10 Mart 2016 Perşembe

Turgay Gönenç: Çok yönlü bir kültür adamı


Telefonun diğer ucunda Turgay Gönenç vardı. Onunla ilk konuşmam bu: "Turgay Bey, sizinle uzun uzun söyleşi yapmak istiyorum" dediğimde bunu yabancı birinden gelen bir öneri gibi görmedi; "Gelin bir görüşelim" deyip açık kapı bıraktı.Tez canlıyımdır ben, bu yanıtla yetinmedim; kısa zamanda görüşmek için üsteledim. Turgay Gönenç uygun nedenler öne sürerek görüşme isteğimi zamana bıraktı. Birkaç aksilik de yaşandı peşinden.İlk telefon konuşmasının üzerinden yaklaşık iki ay kadar bir süre geçti.Görüşme günü geldi çattı. Bir keresinde onu bir resim sergisinde gördüm; ama çok yıllar önce. Yüzü hayal meyal hatırımda. Bendeki Turgay Gönenç imgesi daha çok fotoğraflara dayanıyordu. Adrese göre evi bulmam zor olmadı, kaldığı dairenin ziline bastım.İlk karşılaşmalar zordur. Heyecanlandım. Merdivenden çıkarken "bu durumun üstesinden gelebilirim" diye geçirdim içimden.Dairenin kapısına birkaç basamak kala durdum. Göz ucuyla kapının aralanmış olduğunu farkettim. Kafamı kaldırdım ve onunla göz göze geldim. "Merhaba" demeye fırsat kalmadan "ciiik" diye bir ses geldi. Turgay Gönenç'in omzunda duran bir sultan papağanından geliyordu bu ses. “Kaju zil sesinden rahatsız oluyor” dedi. Böylelikle kuşun adının Kaju olduğunu öğrendim. Kaju’ya da bir merhaba dedikten sonra içeriye buyur edildim. Girişte uzun bir masa ve karşı duvarda da büyük boy tablolar göze çarpıyor ilk olarak. Salondaki koltuklara doğru yöneldiğimde rafları ve özenle dizilmiş kitapları gördüm. Yüzlerce kitap...Boylu poslu bir kütüphane kısacası.


Bir koltuk seçtim ve oturdum, Turgay Gönenç de omzunda Kaju ile birlikte karşıma oturdu. Kaju hakkında konuşmaya başladık. Kaju, onun nereye oturması gerektiğine karar veriyormuş, eğer istediği olmazsa çığlık çığlığa sesler çıkararak tepki veriyormuş. "Aranızda özel bir dil var, özel bir ilişkiniz olduğu belli" dedim. Ardından da ona, Kaju'yu nasıl eğittiğini sordum:

" Ben üzüldüğüm zaman anlayıp yanıma gelen,beni öpen teselli etmeye çalışan bir kuş. Ben onunla iletişim kurmak için çok uzun süre çalıştım.Eğitmek anlamaktır. Ben, önce onun doğuştan getirdiği özelliklerini anlamaya çalıştım. Bunu anlamadan insana bile ulaşamazsınız. Bir insanı eğitmek benim açımdan o insanı bütün incelikleriyle bütün hüznüyle, mutluluğuyla mutsuzluğuyla anladıktan sonra başlar."
Salonu, Aydın Ayan'ın Elektrik İşkencesi ve Patron adlı dev tablosu süslüyor.

Konuşmamız böyle başladı. Onunla ilgili sormak istediğim onlarca soru vardı. Ama laf lafı açıyor bir sorunun yanıtını tam olarak alamadan söyleşinin akıntısına kapılıp gidiyorduk. Saatler süren sohbet sonunda yorgun düştük. Yine de bu süre dolu dolu geçen bir yaşamı anlamak, anlatmak için yeterli değildi. Turgay Gönenç ile zaman zaman yine bir araya geldik, bu buluşmalarda biriken sorularıma yanıtlar bulmaya çalıştım. Sonra onun hakkında bulabildiğim ne varsa okudum. Kendimi biraz hazır hissettiğimde de onu anlatmak için kalemi elime aldım. Söyleşide tırnak içinde kimi zaman onun daha önceki yazıp söylediklerini kimi zaman da birlikte konuşurken not aldığım ifadelere yer verdim. Eğer tırnak içindeki ifade önceden söylenmiş ya da yazılmış bir ifadeyse kaynağını da yine aynı tırnağın içinde belirttim.
İzmirli bir anne babanın oğlu Turgay Gönenç. Babasının görevi nedeniyle 1939 yılında Tokat'ta doğdu. Turgay, 7 aylıkken babası öldü. Anne, beş çocuğunu alıp İzmir'e döndü.
Bu bir aile dramı.
Bu dram yukarıdaki gibi üç dört cümle ile de ifade edilebilirdi. Düz, doğrudan, donuk üç dört cümle ile...Ben bununla yetinmek istemedim. Turgay Gönenç'in doğumunu yeniden kurgulayarak anlatmayı tercih ettim. Kurguladım kendimce. Bu söyleşinin giriş kısmı için en azından bir anlatım zenginliği oluşturmak istedim.
Doğumu için kurgusal bir anlatım
Hava, bakır rengi. Bulutlar, kalın bir perde gibi gökyüzünü sardı. Şehre tepeden bakan Tokat Kalesi pusun içinde kaybolup gitti. Yağmur yağdı yağacak. Cuma namazı ; sokaklar bomboş. İri iri düşen ilk damlalar yerde benekler çizdi. Şehir meydanında tek tük hareketlilik var. Vilayetin merdivenlerini çıkıyor biri. Bir çocuk o; üstelik ter içinde. Dikiliyor yüksek tavanlı girişte çocuk, tanıdık bir yüz arıyor içeride.Bir bekçi karşılıyor onu:
-Ne istedin küçük bey?
-Ben mektupçu Ali Rıza Bey'in oğluyum, babam nerde?
Mektubi-i Vilayet Ali Rıza Gönenç, 46 yaşında, bilgili, zeki bir adam. İzmirli olan Ali Rıza, Karşıyaka Kız Muallim Mektebi'inde Matematik öğretmenliği yaparken memuriyete yöneldi. Ali Rıza Gönenç sonrasında mektupçu oldu. Mektupçu, yazıcı demek. Vilayet mektupçuları aynı zamanda Vilayet İdare Meclisi'nin de doğal bir azası olurdu. Ali Rıza, eşi Sırriye ile dört çocuğu Yaşar, Mübeccel, Metin ve Mekin'i de yanına alıp yeni görev yeri Tokat'a yerleşti.
Ali Rıza ve Sırriye Gönenç

Çocuk babasına müjdeyi verdi. Beşinci çocuğa hamile olan eşinin doğurmak üzere olduğunu duyan Ali Rıza, ebeye haber saldı, kendisi de eve koştu.
Çocuklar salondaki sedirde yan yana oturuyordu. İki komşu kadın içeride Sırriye'nin başındaydı. Kapı çaldı, gelen ebeydi; eşarbını, mantosunu çıkardı, evin tek kızı Mübeccel'e uzattı. Ebe kollarını sıvarken havlu istedi, bez istedi; sonra doğruca yatak odasına geçti. Doğumun sancısı evin her köşesine hakimdi.Çocuklar salondaki sedirde yan yana oturuyordu. Ali Rıza, salonun orta yerindeki sobanın yanına ilişti. Sobanın üzerindeki ibrikten suyun ısınma sesleri geliyordu. Çocukların gözü babadaydı. Ali Rıza dalgın bir şekilde ibriğin kapağı ile oynuyordu; "Bugün,10 Mart 1939" diye mırıldandı. 8 yıl sonra yine çocuk sahibi olmanın heyecanı ısıttı içini. İbrikten taşan birkaç su damlası sobanın kızgın kapağı üzerinde top gibi sıçradı. Sudan toplar sobayla ibrik arasına girerek kayboldu. Ali Rıza ateşi odunla besledi, sonra maşaya uzandı. Maşanın şıngırtısını içeriden gelen sesler bastırdı. Beklenen bebek sonunda... Divandan bir hamleyle kalkan çocuklar babalarına koştular. Şimdi hepsi de bir yumak halinde gözlerini yatak odasına çevirdiler, bebeği görmek için sabırsızlanıyorlardı.
Turgay'dan önce Gönenç ailesi:Ali Rıza Bey, Sırriye Hanım ve cocuklar Yaşar, Mübeccel, Metin ile Mekin.

 Dakikalar böyle geçti. Ancak içerideki merasim bir türlü bitmiyordu. Ali Rıza tam kapıyı çalıp seslenmeye hazırlanırken ebe kapıyı araladı. "Gözün aydın, bir oğlun oldu" dedi. Ali Rıza bebeği kucağına alırken Sırriye'nin başını öne eğdiğini gördü. Genç kadın göz göze gelmek istemedi, ter içindeki yüzü doğumun yarattığı yorgunluktan başka şeyler anlatıyordu. Yatağın bir ucuna oturmuş ebe de başındaki bozulmuş tülbenti ile pencereden dışarı bakıyordu. Bebek şimdi babasının kucağındaydı. Ali Rıza bebeğin örtüsünü araladı. Bebeğin bir bacağı diğerinden farklıydı. Bebeğin bacaklarından biri eğriydi. Bebeğin arkasında, belinin üstünde de etten, deriden, sinirden minik bir baloncuk vardı. Derin bir soluk verdi Ali Rıza. Çocuklar bir şeyden habersiz bebeği kucaklamak için sıralarını bekliyordu. Onların sesi dışında odada çıt çıkmıyordu. Ali Rıza, bebeği yeniden sardı, belli belirsiz öksürdükten sonra "Adını Turgay koyalım" dedi.

Kurgunun bittiği yer...
Minik Turgay'ın bacağının ailede yarattığı üzüntü sürüyordu. Turgay yedi aylıktı. Ailenin direği, beş çocuğun babası Ali Rıza Bey aniden öldü.
Sırriye ve beş çocuğu için yaşam ters yüz oldu. Genç kadın çocuklarını yanına aldı, eşyasını topladı, İzmir'e döndü.
Anne ve beş çocuk, o günlerde başlayan ikinci dünya savaşının gölgesinde bir başlarına kalmışlardı.
Turgay Gönenç; ilk okul için fotoğraf.
Namazgah 805. Sokak No 36, Yeşil Panjurlu Ev
"...Yedi aylıkken gelip, on iki yaşındayken ayrıldığım sokak. Şimdi o sokakta geçmişte tanıdığım hiç kimse yok. `Namazgah 805. Sokak No 36'. Bir zarfın üstü gibi sokak ve eski evimiz, zarfın içindeki ise ömrüm benim. Çocukluğun o güzelim ilk sevdası, geceyi ve gecenin korkularını "karartma gecelerinde" duyduğum o eski sokak. Ama garip bir şey var yine, geçmiş o denli şimdiki zamana dönüşüyor ki! Yaşımı, yılları sorgulamak gereğini duyuyorum birden. Eskiden, bu taş sokaklardan, dik yokuşlardan asfalt yollara girmek bir serüven gibi gelirdi bana. Şimdi ise, asfalt yollardan dik yokuşlara tırmanmak, yaşamın, gerçek anlamda yaşanılan zamanın ta kendisi. Sınıf değiştirmedim yaşamımda. Yokuşlardan, asfaltlara inmek kadar, asfaltlardan yokuşlara, eski sokaklara girmek de fark etmiyor artık-Beni Irmak Boylarına Götür Anne"

Sünnet çocuğu Turgay Gönenç
Savaş neredeyse tüm dünyaya yayılmıştı. Bir yanda kıtlık, yokluk yaşanırken bir yanda da karartma geceleri sürüyordu. Minik Turgay annesi ile huzurluydu. Üç ağabey ve bir abla sabahları okula gidince anne oğul baş başa kalıyordu. Turgay, o dönemde anne ile kucak kucağa radyoda dinlediği şarkıların, piyeslerinin tadını hiçbir zaman unutamadı. O, radyoda geçen her sözü, her sesi anlamasa da duyduklarına kendince anlamlar yükler, belleğindeki imgelerle o sesleri eşleştir ve kendi masal dünyasını oluştururdu.
"... Çok küçük yaşlarda dinlediğim o şarkı hep ağlatırdı beni. Sözlerini anlamadığım, yalnızca bir-iki tümcesini anlayabildiğim, gizemli bilmece gibiydi. Söylemek isterdim, beceremezdim; bu durum daha da hüzünlendirirdi beni. Okul öncesi, gündüzleri, annem ve ben, farklı yaşların, farklı yalnızlıklarını yaşardık birlikte. Sonradan öğreniyor insan: Hepimiz küçük çocuklarız gerçekte. Yaşlı kimseler yok, yalnızca daha yaşlı acılar var. Şimdi o şarkıyı duyar gibi olurken, birlikte dinlediğim annemin yüzü, bu gerçeği daha yoğun yaşatıyor bana. Şarkı gözlerimi doldurmaya başladığında, anneme sığınmak isterdim. Onun yüzünde gördüğüm, beni ona, o anda daha çok sığınmaya zorlayan isimsiz acımın, onda da yaşanmakta olduğuydu. Birlikte, bu hüzün içinde dinlerdik şarkımızı. Şarkı başladığında, ses düğmesine uzanan eli, radyo parazit yapınca dizginlenmiş öfkesi bugün daha net yaşıyor bende. Şarkının sözlerini anlamasam da, annemin yüzü şarkıyı anlamama yeterdi. Acılı bir şarkıydı. Şarkı bitiminde taşlığa çıkar, gözlerimi gökyüzüne, onun derinlikleri içinde saklı olan bir şeyi görmek için yöneltir, gizemli bir bekleyişe dalardım. Orada bir şeyler saklıydı sanki. Bu şarkının anlattığı, şarkıyı annemin yüzünde yaşadığım şey orada olmalıydı. Bir gün sıkıntı ve acılarımızdan kurtaracak şey oradan gelecekti. Bunun böyle olduğuna inanıyordum. Düş gücüm, her çocuk gibi, rengârenk boyardı gökyüzünü. Gökyüzü benim gizli resim defterim olmuştu. Elime boya ve kâğıttan önce gökyüzü verilmiş, dilediğimce resimler yapabileceğim söylenmişti. Söyleyen kimdi? Sanırım oydu: derinlikte saklı olan-Taşın İzinde Gizlenen"
Turgay Gönenç, annesi Sırriye Hanım ve ablası Mübeccel Hanım
Turgay'ın çocuklukta ilk arkadaşı evinin bahçesindeki nar ağacı olur. Çevrede onu izleyen biri olup olmadığını kontrol ettikten sonra nar ağacına sarılır ona bütün çocukluk korkularını ve üzüntülerini anlatırdı.Nar ağacı onu anlar, ona güç verirdi.
Ama sokağın kuralları farklıdır. Sokak yalnızca bir oyun alanı değil aynı zamanda savaş alanıdır. Sokak acımasızdır. Bunu bütün çocuklar er geç öğrenir. Turgay da sokağa adımını atar atmaz bu gerçekle yüzleşti. Sokağın baronları Turgay'ın ayağındaki eğriliğe dev aynası tuttular:
"Doğuştan büyük bir sakatlık vardı. İçe dönük bir ayak düşünün, yani 90 derece içeri dönük bir ayak ve yarım portakal büyüklüğünde bir çıkıntı düşünün, bazı oyunlara katılamazsınız. Böyle bir durum tabi insanı oyun dışı bırakır. Ayağım nedeniyle büyük ağrılar çektim. Ayağımda bir alçı sorunu, 12 yaşıma kadar ağrıyı çekmeme neden oldu. Bakın acı demiyorum, ağrı. Acıyı şöyle çekiyorsunuz. Mahallenin çocuklarının arkamdan çirkin çirkin 'Topal Turgay' diye bağırmaları. Çocuklukta yapılır böyle hatalar."
Turgay için, doğuştan gelen bir başka sorun da spina bifida aperta'dır; anne karnında bebeğin omurilik yapısının tam oluşamama durumu. Turgay Gönenç buna bağlı meydana gelen sıkıntıları bugün bile yaşıyor:
" 12 yaşındaydım, ablam ayağımdaki eğriliği düzeltmek için beni ameliyat ettirdi. Ablam olmasaydı bu düzeltilmezdi. Ablam işte, nasıl para biriktirdi kızcağız , çünkü babamız ben 7 aylıkken ölmüş, bu işin ameliyatını özel bir hastanede, o zamanlar Kordon'da Ege Sağlık Hastanesi vardı. Bende spina bifida aperta denilen bir durum var, bel kemiğinin içten bir boşluğudur. Bu insanlar genellikle iki büklüm yürürler ve idrar kaçırma sorunları vardır v e hayatları kararmıştır. spina bifida'nın bir özelliği de belden yapılan iğnelerin çok az yararlı olması. Şimdi ameliyat başladı, beş buçuk saat sürecek bir ameliyat, bir süre sonra Türkan Soyer (Eniştemin kız kardeşi çocuk doktoruydu, Amerika'da bir noel gecesinde trafik kazasında öldü. İyi bir doktor, iyi bir insandı Türkan Hanım) ameliyat sırasında bana bakıp "bu çocuk bu acıyı duyuyor" dedi. Sonra hatırladı, "Bunda spina bifina aparte" vardı dedi. Sonra ben acıdan mı bayıldım, ama öncesinde ameliyat yapanları teselli etmek için 'olsun, nasıl olsa geçer' diyordum. "

Sayrılık onu çekenin tercihi mi? Değil. Acılar erken büyütür. Sıkıntılar, sabretmeyi, sorumluluk duymayı öğretir. Turgay da sorumluluk duymayı iyi öğrendi. Sorumluluk duygusu yaşamı boyunca onu terk etmedi.
1946 yılı kışında anne Sırriye Hanım ciddi bir şekilde hastalandı. Büyükler okula gittiği için annesinin başında bir tek Turgay kaldı. Annesinin ilk kez hastalandığını gören Turgay, 6 yaşında bir çocuk olduğuna bakmadan yiyecek bir şey hazırlamaya karar verdi. Bunun için annesinin çok sevdiği Tatar böreğini yapacaktı. Daha önce annesinin bu böreği nasıl yaptığını iyi gözlemişti:
" Belleğime güveniyordum. Hamuru yoğurup, katmerli açmanın gizini öğrenmiştim. O iş tamamdı. Tel dolaptan usulca aldığım kıymadan sonra, tencere kapağıyla, kapattığım böreğin kenarlarını kesip, süslemiştim. Bu iş, yağlı çamura biçim vermek kadar keyif vermişti bana. Börekleri usulca pişirdim, öğle yemeğinde anneme götürdüm. Şaşırmış, önce gülümsemiş, sonra da usul usul ağlamıştı.O saf gülümseyiş ve ağlayışın gelgitinde, güçlükle de olsa böreğimi yemişti. Akşam yine halsizleşince, doktor çağrıldı. Kulağıma gelen: 'Şu üç günü bir atlatırsak...' sözleriyle korkuya kapılmıştım. Üç gün tehlikeydi. Gece uyuyamamıştım. Sabah erkenden kalkıp, üç günlük takvim yapraklarını kopartıp yırtarak çöpe attım. İşte üç gün geçmişti."
Sırriye Gönenç
Okuma Serüveni
Turgay Gönenç, Namazgah'taki Misak-i Milli Okulu'na 1946 yılında başladı. Okumaya büyük bir iştahla sarılan Turgay Gönenç, beşinci sınıfa geldiğinde bir öğrenci olduğu kadar bir öğretmendir artık:
"İlkokulda, öğretmenim, matematiği zayıf olan çocuklara 25 kuruş karşılığında özel ders vermem içi beni görevlendirdi. Çocuklar buna dünden hazır, aileler de zengin, 25 kuruş da çok para değil o aileler için. Ben haftada iki üç gün bu çocuklara gurup halinde ders verirdim, aldığım parayla da çocukken sevdiğim sevebileceğim çünkü annem kesinlikle o parayı kabul edecek birisi değildi, bende o parayla kitap aldım kendime bol bol, kitap sevgim de öyle başlamıştır."
Gönenç'in ilk okuduğu kitaplar, İki Çocuğun Devri Alemi, Arsen Lüpen'ler, Fantoma'lar, Gazeteci Rultabi'nin Maceraları, Pardayanlar oldu.
"...Bugün İzmir’in Kemeraltı semtindeki Hilal Eczanesi’nin yan sokağında, ucuz kitap satan, Nazmi isimli çok farklı biri vardı İzmir’de. At yarışlarına da düşkün, sattığı kitapları okuyan farklı bir adamdı. Burada genellikle eski kitaplar değil, yayınevlerinin doğrudan stok eritmek için gönderdikleri kitaplar da satılırdı. 1951 yılında Nazmi’den aldığım kitapların niteliğini değiştiren bir olay oldu. O yıllar, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahne müdürü olan bir yakınım vardı. Yazın İzmir’e ailemi ziyarete gelmişti. Bana da iki kitap getirmişti. Bunlar: Panait İstrati’nin Sokak Kızı ve Pearl Buck’ın Sarı Esirler adlı kitaplarıydı. Öncelikle Sokak Kızı’nı okudum ve çok etkilendim. Bu okumadan sonra (ilkokul beşinci sınıftaydım) artık Nazmi’den Hilmi Kitapevi’nin kitaplarını almaya başlamıştım. Bugün kitaplığımda özenle sakladığım bu kitaplar, Türk ve Dünya Edebiyatı’nın önemli yapıtları olmakla kalmayıp, kitapların niteliği açısından da (baskı, iç resimler, kapak), üstün bir nitelik taşıyordu. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı, Halit Ziya Uşaklıgil’i, o yıllarda Nazmi’den aldığım kitaplarla tanıdım. Bu kitapları genelde annem ile birlikte okuyorduk.
Bu, annemle benim aramda farklı bir sanat arkadaşlığı oluşturdu. Annem de, daha önce okuduğu Türk romanlarını anlatmaya başladı. Onları da edinip okumaya çalışıyordum. Giderek dünya klasikleriyle tanışma süreci başladı. Ortaokul yılları, Nazmi ile Kemeraltı kitapçılarının depolarına, ki eskiden kalmış artık pek aranmayan, ucuz kitapları edinmek (özellikle Hilmi Kitabevi, Semih Lütfi Kitabevi yayınları), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi’nden aldığım kitapları okumakla geçti. Maksim Gorki, Turgenyev, Çehov, Dostoyevski, Tolstoy ortaokul birinci sınıfta tanımaya başladığım yazarlar olmuştu. Öte yandan Varlık ve Yeditepe Yayınları ile Remzi Kitabevi, Ahmet Halit Kitabevi, Semih Lütfi Kitabevi yayınlarını, koleksiyon yapar gibi toplamaya başladım... Cumhuriyet Kitap, 3 Temmuz 2003"
Turgay Gönenç çocukluğunun kitaplarını da özenle saklıyor
Çocuklukta ilkler değerlidir; ilk oyuncak, ilk bisiklet, ilk arkadaş hatta ilk pardösü bile:
"...Yağmurda sokak bomboş olurdu. Kim bilir, belki de yağmurdan koruyacak giysiler kolay edinilemediğinden, sokak boşalıyordu. 1947 yılının kışında ilk `pardösü' alınmıştı bana. Sekiz yaşında bir çocuktum, apoletli, subay giysilerine benzeyen bir pardösüm vardı. Kumaşla muşamba arası, başımı da koruyan bir pardösüydü. Nedense, kışın hiç yağmurda giyip çıkamamıştım sokağa. O yaz yağmuru bastırınca, oynadığım arsadan fırlayıp, eve koşup, özenle sakladığım pardösümü giyerek çıkmıştım sokağa. Sokak bomboştu. Gökyüzü küflü limon yeşili, garip bir ışıkla kaplıydı. Başlığını da takmadan yağmur dininceye dek beklemiştim sokak ortasında, apoletlerime, kemerime keyifle bakarak. O yağmur ne denli güzeldi benim için, anlatılması güç bunun. Yağmura meydan okuyan bir pardösüm vardı, sokak tümüyle benimdi. Başımdan boynuma, oradan tüm gövdeme sızan yağmur suları, sırılsıklam etmişti içimi. Başlığımı kullanmadığımdan, sular içime sızmıştı. Bir süre sonra üşüme başlamıştı. Yağmur dinmişti, sokak kalabalıklaşıyordu, artık benim sokağım olmaktan çıkmıştı. Bir suçlu gibi gelmiştim eve. Çelimsiz gövdem, o görkemli yağmurluk içinde daha da küçülmüş gibiydi. Anneme ne diyecektim, nasıl bağışlatacaktım kendimi? Suçlu, şaşkın halimi gören annem, belli belirsiz bir gülümsemeyle baktı yüzüme: 'Pardösünü çıkar da, kurulayayım seni...' dedi. Kızmamıştı...Beni Irmak Boylarına Götür Anne"
İlkokulda başlayan özel dersler, ortaokulda da devam etti. Başarılı bir öğrenci olan Turgay kendini matematiğin yanın da resim ve Türkçe derslerinde de gösterir. Turgay Gönenç, özel dersler vermeyi yaşamının sonraki dönemlerinde de sürdürdü:
Turgay Gönenç ortaokulda (yukarıdaki sırada sağdan dördüncü)
"Ortaokula geldiğimde Türkçe öğretmenim Türkçesi zayıf çocuklara dilbilgisi dersi vermem için öğrenci bulmuştu bana, o zaman da ders veriyordum.. İstanbul'da liseye gittiğim zaman da Üsküdar Amerikan Kız Koleji öğrencilerine de İngilizce dersi veriyordum.Bizim ailede asıl işi ne olursa olsun matematik dersi vermek alışılmış bir durumdur. 1968 yılında resmi görevimden ayrıldıktan sonra 1998 yılına kadar 30 yıl boyunca geçimimi salt matematik dersleri vererek sağladım."
Resim Tutkusu: Yeni bir dünya
"...Benim sanat tutkum okuma uğraşıyla başlarken bir taraftan da resim tutkusu gelişiyordu. İlkokul 5. sınıftayken resim kitaplarından kurşun kalemle kopyalar yapmaya başlamıştım. Ortaokul birinci sınıfta padişah portrelerini yaptım. Sanırım bunlarda Münif Fehim sevgisi etken oldu. Tilkilik Ortaokulu'nun duvarlarında her hafta benim padişah portrelerim sergilenirdi. Resim öğretmenim, İlyas Özar'dı. Gerçek bir sanat öğretmeni...Sonra Buca Eğitim Enstitüsü'nün hocası oldu, orada resim iş bölümünde hocalık yaptı.
O dönem sürekli sergilerin açıldığı yer, İzmir Halk Eğitim Derneği'ydi. Haluk Elbe müdürü idi o zaman. Beri Rahmi Eyuboğlu'nu biz burada tanıdık.Eren Eyuboğlu'nu burada tanıdık. Bunun gibi birçok sanatçıyı burada tanıdık-Ünlem Sanat Dergisi,Temmuz-Ağustos 2005"
"...O yıllarda Cumhuriyet Gazetesi'nde Bedri Rahmi'nin bir köşesi vardı, yazıyla birlikte siyah beyaz deseni yayımlanırdı. O zamanlar kitaplarının içinde de desenler olurdu. Bedri Rahmi'nin sergi açtığı salonda acaba ben de sergi açabilir miyim diye düşünüyordum. Bir yıl geçmeden o sergiyi açtım-Hürriyet Gösteri,, Nisan 2000"

18 Nisan 1955, ilk resim sergisi
".. .Sanat yaşamımın başlangıcını: 1955 Nisanı’nda, İzmir Halk Eğitim Merkezi’nde açtığım ilk kişisel sergi oluşturur. Tilkilik Ortaokulu üçüncü sınıf öğrencisiydim. Otuz resimden oluşan bir sergiydi bu. Çini mürekkebi, yağlıboya, kolaj tekniği ile yapılmış resimlerdi bunlar. O günkü güç ekonomik koşullarımız içinde, evin beklenmedik gereksinimleri için ayrılmış parasını, annem, resimlerin çerçevelenmesi için bana vermişti. Oysa, o paranın her kuruşuna, o günlerde öylesine gereksinimimiz vardı ki!...Cumhuriyet Dergi, 3 Temmuz 2003"
"...İlk kişisel sergime sınıf arkadaşlarımı getirmiş resim öğretmenim İlyas Özar. Yerel dergilerde yayınlanan ilk şiirlerden sonra, bir `resim-şiir' sergisiyle sanata ilk adımlar. Bir ortaokul öğrencisi olarak, Bedri Rahmi'den sonra, aynı salonda sergi açmak aşırı mutlandırıyordu beni, (biraz şımartıyordu da.) Sergiden, doğru Kemeraltı'na gidiyorum, sanki `o çocuk benim' der gibi...Beni Irmak Boylarına Götür Anne"


Sergi haberi 
Demokratik İzmir
gazetesinde böyle
yer aldı.
O dönemde İzmir'de Abidin Elderoğlu, Rıza Hiti, Şeref Bigalı ve Kadri Atamal gibi ressamlar vardır. Resim öğretmenliği de yapan Abidin Elderoğlu 1955 yılında emekli oldu ve Ankara'ya yerleşti. İzmir'deki bu isimlere Nihat Acemi'yi de eklemekte fayda var. 1916 yılında Yugoslavya'da doğan Nihat Acemi, Belgrad Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirdi. Kun ve Martinoski'nin atölyelerine de devam eden Acemi, 1938 yılında Türkiye'ye geldi. Kırklareli'nde başladığı resim öğretmenliğine, İzmir'de, Buca Ortaokulu'nda devam ettirdi. Ressam arkadaşları ile birlikte Ege Ressamlar Cemiyeti'nin kuruluşunda bulundu. Gravürleri ile öne çıkan Nihat Acemi Karşıyaka Halkevi'nde bireysel, Buca Halkevi'nde de Abidin Elderoğlu ile ortaklaşa sergi düzenledi:
"...Abidin Elderoğlu'nu İzmir'deki son yıllarında tanıdım. Sonra Ankara'ya gitti.Abidin Elderoğlu ressamlar yetiştirmiş bir ressamdır gerçekte.Bu dönem içindeki araştırmacı kişiliği, ustalığı ile saygı uyandıran bir sanatçıydı. Daha sonraki yıllarda Abidin Elderoğlu üzerine yaptığım bir inceleme sonucu onun Türk resminde özgün bir isim olduğunun kanısına kesinlikle vardım. Kendisiyle çok fazla birlikteliğimiz olmadı. Kadri Atamal, bir bakıma ticareti sanatına yeğlemişti.Rıza Hiti ile Şeref Bigalı, öğretmen olarak da sanatçı kimliklerini sürdürüyordu. Şeref Bigalı'nın 1954 sonunda Halk Eğitim Merkezi'nde açtığı sergiyi anımsıyorum. O yıllara göre ileri, iyi bir sergiydi. Kendisini bu sergi ile tanıdım.Sanırım resim dışında üzerine eğildiği fazla bir sanat dalı yoktu. Bir de sık sık biçem değiştirmesi resmini yeterince ileri götürmesini engelledi. Öğretmenlik tavının öne çıkması, bir bakıma içine kapanık kişiliği, biz gençleri o günlerde ona fazla yaklaştıramıyordu denilebilir. Salt bu değil, dünya görüşü,sanata yaklaşımı da etken oluyordu buna. Ama İzmir'de sanata katkısı yadsınamaz.

14 yaşındaki ilk
sergisinde yer alan
resimlerden
Rıza Hiti ile dostluğumuz benim ilk kişisel sergim ile başladı. 1955 yılında açtığım ilk sergi ile. O zaman Rıza Hiti beyden bir şey öğrendim ben. Sanatta çok yönlülüğün önemini. Müthiş bir klasik müzik tutkunuydu...Rıza Hiti iyi bir ressamdı aynı zamanda. Özgün biçemi, tutarlılığını koruyan sanatçı kişiliğiyle. Resim-müzik ilişkilerini resminde öne çıkaran bir sanatçıydı o. Çok sesli müzik, edebiyat, tiyatro, resim tutkunu. Okuyan, dinleyen, izleyen bir sanatçı...Sanat geçmişi İzmir'de en uzun olan sanatçıydı o. Fikirler Dergisi'nin çizerliğinden başlayan bir geçmiş; kapaklarını yaptı Fikirler'un. İzmir'deki tüm sanatçılara içten, özverili, saygılı dostluklar kurmuş bir büyüğümüzdü o...Ünlem Sanat Dergisi, Temmuz-Ağustos 2005"
Edebiyat,resim ve matematik, Turgay Gönenç için bir ders değil, tutkudur. Ama hepsi bu değil. Cumhuriyet  gazetesinde Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun köşesi gibi bir köşeye sahip olmak...Bu önüne geçemediği istek haline gelmiştir:
"...Giderek böyle bir köşemin olma isteği bir saplantıya dönüşmüştü o yıllar. 1956 yılında Gece Postası gazetesindeki yazılarım bu tutku, bu öykünme ile başladı. Haftada bir gün yazı yazıyordum. Çok da keyif alıyordum. Bedri Rahmi'nin yaptığı şeye öykünmüştüm. Yazımın başında çini mürekkebi ile yaptığım bir resmi koyuyor, bir şiirden yola çıkıyordum, bir denemeyi oluşturuyordu. Büyük bir keyifti bu yazıla ama uzun sürmedi...Ünlem Sanat Dergisi, Temmuz-Ağustos 2005"
Lise yılları, gurbet yılları
Ortaokuldayken izleyici olarak katıldığı edebiyat matineleri ondaki edebiyat sevgisini büyütür. O yıllarda İzmir'deki edebiyat matineleri genellikle Amerikan Koleji, Kız Lisesi, Türk Koleji'nde yapılıyordu. Okul matineleri dışında yapılanların adresi ise Halk Eğitim Merkezleri'ydi.
Turgay Gönenç liseye adımını İzmir Atatürk Lisesi'nde attı.  Ortaokulda  açtığı resim sergisi, Gece Postası’ndaki köşe yazıları, Attila İlhan, Nahit Ulvi Akgün, Necati Cumalı, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar gibi ustalarla tanışıp onlarla süren birlikteliğinden dolayı onu lisede tanımayan yoktu. Bu ün genç Turgay'a yaramadı:
" Edebiyat ve müzik geceleri, küçük sergiler düzenliyorduk. Bu etkinliklerde okuduğumuz bazı şair ve şiirler, kimi öğretmenleri rahatsız etmeye başladı. Düzenlediğimiz ve İzmir Halk Eğitim Derneği’nde gerçekleşecek olan edebiyat matinesi, okul ve emniyet işbirliğiyle engellendi. Okul yönetimince gerekçe olarak gösterilen ise Oktay Rifat'tan ve Melih Cevdet’ten okuyacağım şiirlerdi. Beni komünist bellediler ve canımı okumaya kalktılar, okul hayatı benim için bitmişti, 'ben burda okumam, okuyamam' dedim.
Takip altındaydım, ev sahibimizin gelini gelmişti. Kızın kocası da benimle ahbaplık kurmuştu çok kitap okuyorum diye... Hemen Lozan Kapısı'nın orda, Lozan Pastanesi'nin orda, Konak-Basmane-Alsancak 20 numaralı belediye otobüsü durağıydı orası. Durakta beklerken benden beş altı yaş büyük birisi yaklaştı yanıma, sivil polis olduğunu söyledi ve benimle yakınlık kurmak isteyen adamın hapisten yeni çıktığını söyledi, yani o 151, 152'liklerdenmiş. Sivil polis, o adamla birlikte Orhan Kemal'in Arka Sokak isimli kitabını okuduğumuzu söyledi, artık nasıl bir takipse...Hayatımın söneceğini söyledi, çok korkuttular ve kötü bir dönem geçirdim."
Turgay Gönenç, İzmir'de daha fazla barınamayacağını karar verdi. Artık yeni adresi İstanbul Haydarpaşa Lisesi'ydi.Yıl 1956. Lisedeki ilk günlerinden itibaren resim öğretmeni Mehmet Pesen ve edebiyat öğretmeni Nahit Cemal Toker'in önemli desteğini gördü. İki isim de onun için gerçek anlamda bir şanstı. Mehmet Pesen, lisenin resim atölyesinin anahtarını Turgay'a verince, geceleri de resim yapmanın kapıları sonuna kadar aralanmış oldu.
Dönemin ünlü dergileri Seçilmiş Hikâyeler dergisi (sonra Dost dergisi oldu), Pazar Postası'nda çıkan şiirler, Şükran Kurdakul'un yönlendirmesi ile Yelken dergisinde çıkan denemeler bu yoldaki yeni kilometre taşları oldu.

Bu arada dönemin ünlü sanatçılarıyla Baylan Pastanesi’ndeki birliktelikler başlamıştı. Baylan, sinema, tiyatro, resim, karikatür, edebiyat dünyasının ünlüleriyle, dönemin genç yazarlarıyla doluydu. Turgay Gönenç Baylan'da bir kitap kurdu olması ve belleği ile yer etti:
Salah Birsel, ‘Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’ kitabında Turgay Gönenç'in o günlerdeki portresini güzel bir şekilde resmetmişti:
"Turgay Gönenç’in antresi de aşağı yukarı 1956 yılındadır. Gönenç, Baylan’da ışır ışımaz, basılı yayınlar uzmanlığına atanır. Canlı bir kitaplıktır o. Bir kitabın hangi yayınevinde basıldığını, ne kadar sattığını, hangi kitapta hangi şiirin bulunduğunu öğrenmek isterseniz ona başvurmanız gerekir. Kim kimden ne yürütmüşse, bunu bilen de Turgay’dır. Turgay, size Cemal Süreya’nın Yeditepe’de çıkan ‘Bun’ adlı şiirinin Üvercinka adlı kitaba alınırken iki dizesinin baskı dışı tutulduğu haberini de verir."
Baylan’ı Baylan yapan en önemli unsurlardan biri de  farklı alandaki sanatçı ve yazarların birbirinden beslenmelerine olanak sağlamasıydı. Sartre ve varoluşçuluk genç yazarların ilgisini çekiyordu o yıllarda.  Baylan buluşmalarında Sartre ve Camus'nun yazdıkları kadar onlar hakkında yazılanlar da masaya yatırılıyordu.
Bu arada edebiyat matineleri de yoğun bir şekilde devam ediyordu. İstanbul Liseleri Kültür Kolları’nın birlikte düzenlediği edebiyat matinelerindeki sanatsal coşku herkese sonuna kadar açıktı:
"Tek perdelik oyunum ‘Telefondakiler’ lise ikinci sınıfta yazılmıştı. Freud’un Totem ve Tabu adlı yapıtındaki bir savından yola çıkıyordu oyunum. Psikoanaliz o yıllar bir tutkuya dönüşmüştü bende. Dostum Fikret Hakan, Muammer Karaca Tiyatrosu salonunda, Saat Altı Tiyatrosu’nu kurmuştu. Oyunu okumuş, sevmiş, sahneye koymak üzere almıştı benden. Saat Altı Tiyatrosu’nun ömrü, oyunun gerçekleştirilmesine yetmedi. Yazdığım tek oyun Telefondakiler oldu."

 Haydarpaşa Lisesi'ndeki en önemli isimlerden biri de Nahit Fıratlı yani Nahit Hanım'dır. Nahit Hanım'ın evi deyim yerindeyse akademi gibidir. Nahit Hanım'ın kapısı yazar,çizer, şair herkese açıktı. Her cumartesi günü hazırlanan sofra geleneği de uzun yıllar sürdü.
Turgay Gönenç, İstanbul'da bohemin kapılarını araladı. Gezip tozmak , yiyip içmek bugünkü kadar zor değildi. Çünkü paylaşmak esastı. Kimde para varsa o harcardı. Bir gün biri harcarsa, diğer gün öteki masrafları karşılıyordu:
"Gençlik çok farklı bir olgu. Benim 50. sanat yılımda çok doğru bir saptama yapan arkadaşım var, kendisi de şair-yazar. Şunu söyledi benim için, 'çok yakın dostluklarına rağmen bir tek dize bulamazsınız Atilla İlhan'dan' dedi. Şimdi biz Atilla İlhan'ın masasında büyüdük ama şiirde bir tek dize Atilla İlhan'a benzemez, peki ne yaparak Atilla İlhan'ın etkisinde kalırsınız? 18 yaşına kadar. Çünkü öyle güzel bohem hava vardır ki orada o hava sarar sizi. Gençlikle bohem özdeştir. Hele sanat meraklısı gençler bunu yaşamazsa yanlış yapmış olur. Hatta gençler için bir dönem bohem yaşantı olmazsa olmazdır. Kendim için dahil öylesine bir gençlik yaşadım ben. İstanbul'a gittiğimde hatta ortaokulu İzmir'de okurken bohem sevgisi vardı, İstanbul'da çılgınca yaşadım."
Lise yılları su gibi akıp geçti. Turgay Gönenç, İstanbul'da üç yılı geride bırakırken lisenin fen kolunu dokuz onda yedi gibi bir ortalamayla bitirme başarısını da gösterdi.

Üniversite, Ankara yılları
Üniversite ile birlikte Ankara yılları da başlar. Turgay  Gönenç, artık mülkiyelidir. 1959 yılında, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'ne başlar. İstanbul'daki hareketli bir lise yaşamı ve bohem yaşantının ardından Ankara'ya gelirken kafasında bir çok soru işareti vardır. İşler beklenen iyi gider. Ankara'da "yaşanılır coğrafya" bulmakta zorlanmaz:
" İstanbul'da geçen lise öğrencilik yıllarımdan sonra, Ankara'da geçecek üniversite yıllarımın zor olacağını düşünmeye başlamıştım 1959 yılında; yanılmıştım. Ankara farklı bir kentti, İstanbul'a dilediğim zaman gidebiliyordum. Sevmiştim Ankara'yı. Öğrencisi olduğum Siyasal Bilgiler Fakültesi, onun `Baylan' günlerimizi yaşattıran kantini, kenti sevmemi kolaylaştıran etkenlerdi. Bir süre sonra gitmeye başladığım (Ankara'dan ayrılıncaya dek sürekli gittiğim) `Sanat Severler Kulübü' ile Ankara, benim açımdan yaşanılır coğrafyasını oluşturmaya başlamış, ilginç bir kentti artık.

Üniversite öncesi en büyük korkum dil sorunuydu. Hukuk ve yan derslerinin o anlaşılmaz diliyle nasıl bağdaşabilirdim öğretim süresince? Bu soru bir karabasan gibi, ürkütüyordu beni. Seha L. Meray'ın açılış dersi `Devletler Hukukunda Uzay Sorunu' şaşırtmıştı beni. Türkçeyi bu denli güzel kullanabilen bir bilim adamına, o anda duyduğum hayranlığı anlatmak güç. Birinci sınıf öğrencisi olarak, ilk girdiğim sınıf dersi: `Anayasa Hukuku', öğretim üyesi: Bahri Savcı'ydı. Şaşkınlığım daha da artmıştı. Hukuktan çok, bir sanat dersi dinlediğim düşüncesine kapılmıştım. Bahri Savcı'nın kusursuz Türkçesi, anlatımına yansıyan insancıl, sevecen kişiliği öylesine etkilemişti ki beni!.. Bahri Savcı adına dergilerde, gazetelerde sıkça rastlamıştım. Bir bölümü `hukuk ve siyasa', öbür bölümü `tiyatro eleştirisi' türündeydi yazdıklarının. İşin özünü o anda kavradım: Bahri Savcı'nın bilimsel kimliğinin tabanında gerçek bir sanat birikimi vardı. Sanat tutkunu bir bilim adamıydı Bahri Savcı. Dersten sonra yanına gittim, `tiyatro yazılarından' söz açtım, çok duygulanmıştı. Adımı sordu, söyledim. Duygusallığı daha da belirginleşmişti:
'Tanıyorum sizi şiirlerinizden, yazılarınızdan. Ağabeyiniz Yaşar Gönenç'i Sorbonne'da doktorasını yaptığı yıllarda tanımıştım, dostumdur, dilediğiniz an gelin...' dedi.
Sevincime diyecek yoktu. Yirmi yaşındaki bir öğrencinin yazdıklarını, kırk beş yaşındaki bir Anayasa Profesörü okumuştu! O günler en büyük sevinçlerimiz böylesi şeylerden kaynaklanıyordu...Beni Irmak Boylarına Götür Anne"

İstanbul'dan önemli referanslarla gelmesi onu mülkiyeye ısınma sürecini de hızlandırır.  Mülkiyenin üst sınıflarında okuyan şair ve yazarlar Cemal Süreya'dan aldıkları bilgiyle Turgay Gönenç'i bir sanatçı olarak karşılayıp içlerine aldılar:
" Fakültede gerçek anlamda bir edebiyatçı grubumuz oluşmuştu. İçimizde en iddialı olanı da rahmetli Ergin Güce idi. O yıllar Erdal Öz de Ankara’ya gelmiş, Sergi Kitapevi’ni açmıştı. Ayrıca Ankara Radyosu’nda ‘Bizim Sanatçımız’ adı altında edebiyat programları yapıyordu. Bu yıllar Erdal Öz’le yoğun bir dostluk başladı. Gerçek, içten, sevgi dolu bir edebiyat dostluğuydu bu. Erdal Öz’ün sanatçı kişiliğimin gelişiminde büyük etkileri olmuştur. Şiiri, öyküyü, romanı, resmi onunla konuşmak, onu dinlemek bir mutluluktu benim için... 1961 yılında Erdal Öz’ün öncülüğünde Değişim dergisi çıkmaya başladığında (bir yıl çıkabildi) edebiyat dünyasında gerçek anlamda olay yarattı. Salt karşı çıktığı değerler açısından değil; getirdikleri açısından da olay yaratan bir dergiydi. Ama Erdal, dergiyi bırakınca, dergi başlangıçtaki düzeyini sürdüremedi. Yine iyi bir dergiydi. Kanımca yayınlanmış edebiyat dergileri içinde en güzel üç dergi içinde Değişim, bence her zaman yerini kesinlikle almıştır. Artık Değişim yazarıydık. Orada yazmak bir ayrıcalıktı. Türk Dil Kurumu’na da üye olabilmiştik. Bunda Salah Birsel’in payı çok büyük olmuştur. Türk Dili dergisinde de şiirlerim yayımlanıyordu. Dost, Değişim’den sonra şiirlerimin yoğun olarak yayımlandığı bir dergi olmuştur Türk Dili."
Turgay Gönenç için gerçek üniversite Turgut Uyar oldu. Turgut Uyar'ın çalıştığı Seka'nın Ankara Bürosu da edebiyat okulu olmuştu. Bunun yanında Piknik ve Sanatseverler Kulübü de sanat ve sanatçı çevresini genişleten mekanlardı:
" Benim Ankara'daki en büyük üniversitem daha doğrusu şiiri gerçek anlamıyla öğrendiğim yer Turgut Uyar'ın  yanıdır. Tam Piknik'in karşısında Seka'nın  Ankara Satış Ofisi vardı. Turgut Uyar bazılarının alay ettiği, aşağılıkça alay ettiği ketebe sınıfındandır, yani ketebe katip demektir, askerlik mesleğini ketebe olarak yapmış. Turgut Uyar subaylıktan ayrılma bir insandır, askerlik kişiliğine uymuyordu zaten, çok tatlı bir insandı, çok güzel bir dostluğumuz vardı, çok severdi beni, hatta öyle severdi ki, çok iddialı bir dergi çıkardı Asım Bezirci ve Hüseyin Cöntürk'le Dönem diye, 1962'de. Turgut, Dönem'de 'Her sayı Türk şiirinin bir ustasını işleyelim' dedi. Birinci sayı Edip Cansever, ikinci sayı bana, üçüncü sayı da Cemal Süreya'ya ayrılmıştır. Cemal'e çok koymuştur bu, söyledi zaten. Derginin orta bölümü şaire ayrılmış özel sayı niteliğindeydi. Bunlar gerçekten çok büyük mutluluklardı. Yirmi üç yaşında genç bir şair için önemli mutluluklardı bunlar.
Ankara yıllarımda Turgut Uyar’dan, gerçek anlamda, şiirin ne olduğunu öğrendim, diyebilirim. İkinci Yeni akımının hem kuramsal yazarı hem de şairiydim o yıllar. Dönem dergisinde, şiirler yanında, kuramsal yazıların Turgut Uyar tarafından özellikle istenmesi, beni o konuda çalışmaya yöneltmişti. Sanıyorum sanat yazarlığımın kökeninde de bu yazılar yatar."
Çiçek açmak, meyve vermek için yaratılmış bir iklimdi Ankara. Turgay Gönenç'in içinde biriktirdiği sözcükler büyüttüğü imgeler, dünyaya gelmek için fırsat kolluyordu:



Balad

Bir uzatışımız var ya boynumuzu öfkelerin ardından,
Sessizlikte bir daha yoksul, biraz daha yalnızım böylece
Bütün ezgiler yeniklik üzre, umutsuzluk üzre olurdu söylense.
Kaçak zamanlara sığdırırken inanç dolu bir sevgiyi,
Gereksiz ortamlar ararken istekli alıp vermelere
Suçlamalar vardı hiç gitmeyecek üstümüzde.

Kaç akşamlar kibrit ışıklarında aradık birbirimizi
Korkular, hiçlikler, umutsuz bir düzen getirdi bana seni
Dilersen sil, duygusuz bir anı say, yeni yeni inançlar doldur
Tut ki ilkyazdır sence, tut ki ben yokum, bağırmışım, hiçmişim, öfkeymişim.
Alıp sökercesine götürmüşler ellerimden bu gerçeği
Bağırsam seni de yitireceğim, üstelik olduran bir sevgiyi.

Her tren biraz daha yeniden yaşamak
Her kalkış yenikliği anlamak işte.
Yaklaşımlar gerçek sevgileri yitirmek sonucu bil,
Korkmalar var ya hiç gelmeyecek o dünler diye,
İter kişiyi zorla, yapmacık belki de
İter bu son çağrı pis çağlardan ya da merhaba dünden işte.

Her yaşlı kadın gördükçe bir daha yaşlanır annem,
Her esmer yalnız bıyıklı adamda yeniden yitiririm seni ben.

"...Balad, bir yirmi yaş şiiriydi, kopuşun eşiğindeki bir sevginin şiiri. Yirmi iki yaşındaki bir üniversite öğrencisini çevreleyen her şey: Yanılma, inanç, yanlışlar, sevda kopuş, öfke, hüzün şiirin yapısını oluşturuyordu. Bu şiir `Değişim' dergisinin 5. sayısında, 15 Mart 1962'de yayımlandığında usumun almadığı kadar bir ilgi görmüştü. Yazar ve okur kesiminin şiire olan ilgisi şaşırtmıştı beni; oysa şiir kendiliğinden oluşmuştu. `Balad' bir bakıma, o güne değin en kolay yazdığım şiirdi. Yayımlamaya düşünmüyordum bile; ama Erdal Öz: "Deli misin, kaç tane çıkar yaşamında böyle şiir..." deyip yayımlamıştı şiiri. 1962 yılından bu güne otuz altı yıl geçti. `Balad'ı şimdi daha iyi anlıyorum. Yazarının ben olması da önemli değil. O yıllar yazmıştım bu şiiri; ama şimdi anlamına daha yakınım Balad'ın. Çoğu şiir, zaman içinde gerçek boyutlarını ortaya koyuyor...Beni Irmak Boylarına Götür Anne"
Turgut Uyar'la kurduğu sıkı dostluk, sürekli öğrenme isteği, sinemayı, tiyatroyu, resmi, müziği yaşama dönüştürme çabası ...Turgay Gönenç'in Ankara'da yaşadığı beş yıl yaşamının unutulmaz bir dönemini oluşturur:
"... Bir gün var ki, acılarımda hep izlemiştir beni. Kar kurumuş Ankara’da. Kurumuş ve kirlenmişti. Fakülteyi bitirip işe başladığım ilk ve tek Ankara kışıydı. (Öğrencilik kışları daha rahattı sanki.) Akşamüstü Turgut Uyar’a uğradım. Çıktık, sürekli içtik. 1964 yılında gördüğüm en hüzünlü Turgut Uyar’dı.
“Sende kalabilir miyim bu gece, birkaç gündür eve uğramıyorum?”
“Tabii,” dedim.
Gözleri hep kısıktı, bir ara ellerimin üşüdüğünü (yaşamımda ilk kez yalnızca ellerimin üşüdüğünü) duyumsadım. İçiyorduk.
Gece sürekli kalkıp yorganını düzelttiğimi, usulca kapısını kapayıp odama gittiğimi anımsıyorum. Saat 4.30’da yoktu yatağında! Yatağını düzeltip sessizce gitmişti. Işıkları yaktım, komodinin üstünde Posof işi, subaylık günlerinden kalma, bir çift keçi yününden örülmüş eldiven bırakmıştı. Yanına küçük bir not:
‘Bunlar sana.’
Nasıl anlamıştı ilk kez ve yalnızca ellerimin üşüdüğünü! Uykusuz, esrik, hüzünlü ve kararlıydı. Onun,
‘Ey bilene bilene tükenen bıçak!
Bir şeyler yap,
Eskimeden gökyüzünün kutlu maviliği...’
dizeleri hep usumda zorlar beni. Bunları bir bıçak üstüne kazımış, Fethi Naci’ye vermişti.
Turgut Uyar’ın tahta yontuları nerede acaba? Tahta yontular yapmayı şiir gibi severdi.
Saat beşe geliyor. Yaseminlerimi değiştirmeliyim masamda. Çiçek ölüleri nedense hep hüzün verir bana.Zamanın Sularında"

Turgut düştüğü için kırılmıyordu, kırıldığı için düşüyordu
Turgut Uyar, dertliydi, çile çekiyordu. Turgay Gönenç'e " Sende kalabilir miyim bu gece, birkaç gündür eve uğramıyorum?” derken  gövdesini karabasan gibi saran acılardan ve o acılarla bütünleşen mekanlardan bir geceliğine de olsa kurtulup, her şeyi unutarak derin derin uyumak istedi belki de...Acıyı yalnız başına göğüslemek erdemdir. Acıya rağmen dünyaya sırtını dönmemek erdemdir. Onun evden usulca ayrılırken eldiveni bırakması işte bu yüzden çok ama çok değerlidir:
"Çok hüzünlü bir gecedir o. Onu Tomris'le tanıştırmışlardı. Tomris'e tam aşık değildi, yani çözemiyordu Tomris'i, öyle bir dönemdi. Ama Tomris çok aldattı onu ve Turgut çok acı çekti. Turgut'un öyle bir hastalığı vardı ki  sabah iyiydi, akşam hastanede.. Neden diye sorduğumda, 'Düştü şurası kırıldı'. Halbuki düştüğü için kırılmıyordu Turgut, kırıldığı için düşüyordu. Kemik sisteminde bir rahatsızlık olmuştu, evde çok hasta yatarken yakın arkadaşlarıyla aldattı Tomris onu. Turgut bir odada hasta yatağında yatarken Tomris diğer odada... Turgut acı çekerek öldü. Tomris suçlu mu? Değil.Tomris'in yapısı bu. Hiçbir zaman Tomris'i bu yüzden suçlayamam çünkü Tomris eskiden de böyleydi. Bu konuda suçlanan tek kişi Turgut'tur, 'Başına sonradan kabul edemeyeceğin şeyler gelir' dendi.. Tomris kötü bir kadın değildi ama böyleydi."
Tomris Uyar  Tanışma Günleri/ Anlar isimli kitabında yer verdiği ve Turgut Uyar ile ilişkisini anlattığı bir yazı, Turgay Gönenç'in anlattıkları ile koşut bir içerik taşıyor:
"...yirmi yıl birlikte olduğum Turgut Uyar'ı, onun yaşamımda tuttuğu yeri anlatırken biraz da kendimi anlatacağımı biliyorum artık...Turgut'la Ankara'da, 1961 kışında düzenlenen bir şiir gecesinde tanıştık, daha doğrusu ben onu tanıdım, onun beni fazla umursadığını sanmıyorum. Konuşma sesi, Dünyanın En Güzel Arabistan'ındaki -bana fazla erkeksi gelen şiir sesine oranla-çok yumuşaktı. Bir gece sonra Sanatseverler Kulübü'nde kalabalık bir masanın iki ayrı ucuna düştüğümüzde onu çaktırmadan inceleme olanağı buldum:
Güzel insanların ille de zekadan ve duyarlılıktan yana fukara olacağı görüşünü asla benimsemediğim için ona önyargısız yaklaşabildim. Perdede bir an görünseler bile belleğimizde yer eden sinema yüzleri gibi anlık çekicilikten serpilen kalıcı bir karizması vardı.Bozulmamış bir çocuksulukla bir olgunluğu iç içe götürebiliyordu. Üstelik belli aralarla değil aynı anda! Kişi yaşlandıkça, yüzü yılların ve deneyimlerin çizgilerini yansıttıkça daha da güzelleşebilir, daha da yakışıklı olabilir, ama Turgut Uyar'ın yakışıklılığı düpedüz doğuştandı.
Tanıştığımızda ben yeni evlenmiştim;Turgut, nicedir evliydi. Bir gün birlikte olacağımız ikimizin de aklının ucundan geçmemişti, ayrıca aramızda önemli bir yapı farkı vardı. Ben sırılsıklam aşık olduğum zaman bile çevremdeki güzellikleri kaçırmamaya yatkınımdır.'Bir önceki sevgiliden devralınan inceliklerin' sonraki sevgililikleri kaldırdığına inanırım. Oysa Turgut Uyar'ın monogam gözü, yanındaki sevgiliden başka kimseyi görmez, hiçbir üçüncü ögenin yer almadığı iki kişilik bir dünya özler, geçmişin bütünüyle silindiği, geleceğin güvenceli olduğu sürekli bir şimdiki zaman peşindedir. Evliliğimizdeki en büyük sürtüşme bu zıtlıktan doğacaktı sonraları. Turgut, beni her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak, ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım...Tanışma Günleri/ Anlar (1989-1995)"
Şair ayıklamasını bilir
Turgay Gönenç şiire bakmasını iki ustadan öğrenmiştir. Şiirini geliştirme sürecinde, şair olma sürecinde Turgut Uyar'ın büyük rolü vardır; şiirine katkıda bulunan ikinci usta ise Behçet Necatigil'dir. Turgay Gönenç yazdıklarının hepsini Turgut Uyar'a gösterirdi. Turgut Uyar, bu şiirlerde ciddi bir matematik olduğunu ama lirizmin o matematiği maskelediğini söylüyordu:
"Şairin bütün kitaplarını ortaya koyarsınız, sevmediğiniz birkaç şiiri de ortaya çıkar, ama o sevmediğiniz şiirlerinin bile ilerde bir bütün oluşturduğunu ya da çok iyi bir şeye zemin oluşturduğunu görürsünüz, Turgut Uyar'da bunu görürsünüz, Cemal Süreya'da bunu görürsünüz, Ece Ayhan'da da bunu görürsünüz, Sezai Karakoç'da da bunu görürsünüz. Onlar şair, gerçekten ayıklamasını bilmiş adamlar. Behçet Necatigil "Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü" adlı çalışmasında benim için de "ayıklamasını bilen bir şairdir" diyor. Şimdi bu şairlikte çok önemli bir  öge. Bugün Dıranas'tan bir kitap kalmıştır, Yahya Kemal'i tek kitaptan okuruz, Haşim'i tek kitaptan okuruz, doğrulukları burdardır. Şiir sürdürmek için bozulacak bir şey değildir . Araştırılır ama kendi mantığı içinde kendi şiirinin bir genel çizgisini yakalarsın."
Toplumcu şiir, Cumhuriyet dönemi şiirine Nazım Hikmet'le girdi. Nazım Hikmet 835 Satır'ı 1929 yılında çıkardı, şiire yeni bir ses ve içerik getirdi, toplumcu gerçekçi yolu açtı. Orhan Veli'nin 1941 yılında yayımladığı Garip adlı kitap yeni bir dönemin habercisiydi. Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat ve Orhan Veli'nin şiirlerinin bulunduğu kitaptaki Garip başlıklı metinde, "Yeni bir zevke ancak yeni yollarla ve yeni vasıtalarla varılır" cümlesine de yer veriliyordu. Aradan sekiz yıl geçti. Orhan Veli, 1949 yılında Yaprak Dergisi'nde, Genç Şairden Beklenen başlıklı yazısında Birinci Yeni'ye yönelik nesnel bir yaklaşımda bulunuyordu:"....Ama bu yeni şiir (Garip şiiri)  yavaş yavaş yayılıp birçok kimse tarafından da tutulunca iş değişti.Genç okur yazarlar, hatta bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle bu basitlik, bu aleladelik şiirin bir tarifi bir şartı oldu...şiirimizin bu hale gelmesinde galiba bizim neslin büyük payı var.Ama şair olacak kimsenin biraz düşünmesi, niyetle görünüşü birbirinden ayırabilmesi gerekir. Zaman zaman alelade şeylere de dokunabilmek başka, durmamacasına alelade olmak başka...Genç şairden beklenen, sadece, elbirliğiyle yıktıkları o eski, o sahte, o yaldızlıdan ibaret şiire karşılık özle, beşeri bir şiir, bir gerçek şiir yaratmalarıdır. Bunu bugüne kadar biz de gerektiği gibi yapamamışsak çalışalım. Tek, Türk dili de, Türk şiiri de insan içine çıkabilecek, bizi Türk oluşumuzla övündürebilecek bir hale gelsin." Garip'çilerin "Yaprak" dönemi de Orhan Veli'nin ölümü ile sona erdi. 1950'li yılların ikinci yarısına gelindiğinde İkinci Yeni kendini hissettirmeye başlar. Şiir İkinci Yeni ile birlikte sadece toplumsal sorunlara değil anlam boyutuna da mesafelidir. Garip şiirinin hedefinde önceki şiiri (toplumcu gerçekci) yıkmak vardı. Garip Şiiri bu nedenle tanımlıydı benzetme yerindeyse Garip şiirinin sınırları ve ait olduğu toprakları şiir haritasında kolaylıkla göstermek mümkündü. İkinci Yeni ise Orhan Koçak'ın dediği gibi, bilmemenin alanına yerleşti önce, enerjisini buradan aldı: "...Kullandığı sözcüklerin anlamını, bir anlamı olduğunu elbette biliyordu, ama bu sözcüklerin bu anlamlarını nereye varabileceğini, nereye sürüklenebileceğini bilmiyordu. Bunu şiir içinde, şiirin kendisiyle anlamak istedi. Bu davranış, şiirin yapısını dokusunu da dönüştürecekti...Defter-Temmuz Kasım 1990"
Memet Fuat da Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi'nde İkinci Yeni'nin başladığı ilk günlerde, Garipçi Oktay Rifat'ın da benzer bir anlayışla şiirlerini yazıp bir kitap yayımlamış olduğu bilgisine yer verir. Oktay Rifat Perçemli Sokak'taki (1956) bildirgesinde, "...Bir sözün gözümüzün önüne gelen görüntüsü, olabilecek bir şeyse o söze anlamlı, olmayacak bir şeyse anlamsız deriz. Ahmet düştü sözünün bir anamı vardır, çünkü Ahmet düşebilir. Lambanın saçları ıslak sözünün bir anlamı yoktur, çünkü lambanın saçı olamaz. Bir kelime sanatı, bu yüzden bir görütü sanatı olan şiirin sadece olabilecek görüntülere bağlanması istenmeyeceğinden anlamla da bağlı kalması istenemez...Kelimeleri kullanmak, göz önüne bir takım görüntüler getirmek, gerçekle oynamak, gerçeği kurcalamakla birdir. Kelime bu bakımdan bizi resmin çizgisinden, renginden, musikinin sesinden daha çok gerçeğe yaklaştırır. Ama biz gerçeğe olan ilgimizi de yitirmişizdir. Çünkü gerçeğe alışmışızdır.Gerçeğin  gündelik düzenini değiştirmek, yahut başka bir açıdan bakabilmek elimizde olsaydı, daha çok ilgi duyardık ona.İşte gerçeğin düzeninde yapamayacağımız bu değişikliği, kelimelerin konuşma dilindeki gündelik düzeninde yapmak bizi bu açıyı sağlayacak, birbirine yabancı sanılan kelimelerin karşılıklı ışığında gerçek unuttuğumuz yüzüyle çıkacaktır karşımıza."
Turgay Gönenç de şiirlerinin yanı sıra 1962-1964 yılları arasında Dönem dergisinde İkinci Yeni üzerine yazdı. 1969 yılında Mehmet Doğan ile İkinci Yeni Antolojisini hazırladı.  1960 yılında henüz 21  yaşındayken, İlhan Berk'in Çivi Yazısı adlı kitabı ile ilgili incelemesi onun İkinci Yeni ile ilgili düşüncelerini de ortaya koyar:
“Sanat eserini oluşturan düşünce, düz düşünceden tümüyle farklıdır. Sanatçı, bir yapıtı oluşturacak düşünce evresinde, alıştığımız anlamda mantık kuralları ya da sözcüklerle düşünmez. Düşüncenin araçları, tümceler değil, sanat eserinin araçlarıdır. Hangi tür sanat yapıtı üzerine düşünüyorsa, o sanat yapıtının araçları, düşüncenin birimlerini oluşturmuş; sözcüklerin, tümcelerin yerini almış demektir. Ancak sanat yapıtının aracı olan şeyler, düşüncenin birimlerini oluşturuyorsa özgün ve tutarlı bir sanat yapıtına ulaşılabilir. Bir sanat yapıtının biçimi, ancak böylesi bir düşüncenin ürünü olduğu zaman, kendi özgün dili içinde yaratılmış bir yapıttan söz edilebilir. Yoksa, düz mantık kuralları, düz düşünce ile varılacak sonuçlardan bir sanat yapıtı oluşturmaya kalkmak, çoğu kez saçma ya da tutarsız sonuçlara ulaştırır.
Sözcüklerin yerleşik anlamdaki yerlerini renkler, çizgiler, sesler, görüntü kareleri, kitleler, sözcüğün anlam önceki etkileri, vb. gibi alır.
Bir sözcük sanatı olan şiirde bile düz düşüncenin, sözcüklerin yerleşik anlamlarına bağlı düşüncenin yeri yoktur. İmge ve aracı olan sözcük, önce anlam öncesi etkisi ile ele alınır, bu etki ile düşünülür. Nedir sözcüklerin anlam önceki etkisi? Bir örnekle kısaca şöyle açıklayabiliriz bunu: Sözcüklerin duyulup anlam kazanması iki evrede olur. Önce kullanılan sözcük, bir titreşim, fiziksel bir olay olarak vardır. Fiziksel bir evredir bu. Bu titreşimin kulaktaki düzenekten beyne aktarılması, bu titreşime ait kavramın öne çıkmasıyla psikolojik evre başlar. Anlam psikolojik evrededir. Böylece, daha önce, aynı anda oluşmuş sözcük, nesne ve kavram ilişkisi, bunlardan biriyle, diğerini eşler. Başlangıçta birebir eşlemedir bu, daha sonra çağrışımlarla farklı boyutlara ulaşır.
‘Suratın ne güzel,’ demeyiz sevdiğimiz bir insana, ‘Yüzün ne güzel,’ deriz. Gündelik yaşamda, edindiğimiz sözcük estetiği sonucu, anlamları aynı olan sözcüklerden özenli seçmelere girişiriz çoğu kez. Bu da bize sözcüklerin anlam öncesi etkisinin önemini gösterir. Özellikle şiirin sözcüklerinde bu etki, kılı kırk yararcasına ele alınmıştır tüm usta ozanlarda. Bu nedenle de, şiir öncesi ya da şiirin oluşum aşamasındaki düşünce evresinde, sözcükler düz mantığın kurallarını aşar. Şiirde biçimin, özgün bir şiir dili oluşmasının başarısı, sözcüklerle düşüncenin bu başkalaşımı ile bağımlıdır inancındayım.
Bir ressam, bir yontucu, bir besteci, artık sanat yapıtının oluşum süreci içinde, ancak kendine özgü bir düşünce biçimi, düşünce araçlarıyladır. Bu araçlarla düşünmek, sanat yapıtının türüne göre değişir. Sanat yapıtının türüne göre sağlam bir resim dili, sağlam bir sinema dili, sağlam bir müzik dili, sağlam bir şiir dili oluşturur. İzleyici, okuyucu, eleştirmen sanat yapıtı karşısında düz mantık kurallarına bağlı bir tavır alırsa, artık yapıtı anlama şansı yoktur."
Resim ve müziğin uğultularla yarattığı çağlayan onun şiirine akar. Bu bir resmi, ya da bir melodiyi şiire dönüştürmek anlamına gelmez. O, yola çıktığı görsel ya da işitsel imgeyi şiir dilinde farklı ve yeniden biçimlendirme derdindedir:
" Klee, Dufy, Chagall gibi şiirler, ressamların kimi resimlerinden yola çıkmış gibi gözükse de, gerçekte o resimlerin, şiirde kurduğum imgelerle yeniden biçimlenip, farklı şiir resimlere ulaşıldığını gösterir. Orhan Peker, Nedim Günsür, Neşet Günal, Nuri İyem şiirlerinin yapısı ve kurgusu ise, Mussorgski’nin müzikteki kurgusunun, şiirimde karşılığını arama çabasından kaynaklanmıştır."
Okurun bir şiir yapıtı üzerindeki deneyiminin boyutunu şiir diline olan yakınlığı, yatkınlığı belirler.  Ancak şair de okuyucunun karşısına sağlam bir  iç mantık ile kurguladığı  şiirle çıkmalıdır:
"Her imgenin şiirde bir iç mantığı vardır, her sanat eserinin bir iç mantığı vardır, iç mantığı olmayan sanat eseri, sanat eseri  niteliğini kazanmaz, bütünlük kazanmaz, şöyle söyleyelim, yapı eksikliğine sahiptir, sanat eserinin iç mantığı resimde çok önemlidir, şiirde çok önemlidir. Bir gün bana Turgut Uyar, işte şiirimi yayınlıyor, şiirlerime sayfa yapıyor, Dağlarda O Kentler isimli şiirimi çok sevdi, 'Bana bu şiirini anlatsana, nasıl yazdığını anlatsana' demişti. Şiirde diyorum ki,

Güneşin gitmesiyle gizlenen yollarından
Çağsız görünüşlü o dağ yapılarının
Geceden kaçırılmış yalınç odalarında
Gülerek duvarlara yaslanıp kadınların
Suskun tutkularından arta kalan bir suyu
Bölüşüp alışkın adamlarla.

Yadsınan dünlerime uğrak olan bu kentte
Kanat vurup düşünce eskil soluk bir anı
Vurduğu bir kuş olan avcının bakışıyla
Nasıl tutar vurmadan çok severse kuşları
Her sevgiye varışta bir ölümdür kutlanan
Alışıp, ölüme sevgilerle.

Gecenin inmesiyle yolları gizlense de
Çözülen buzullardan arta kalan taşları
İzleyince varılır dağlardaki o kentler
Sularının donmayıp ırmakların aktığı
O günlerden yaşamış bir avcı gülüşüyle
Ve "hüzün, dinmiş bir coşkudur der"

Bu şiir üç şeyden yola çıkmıştır. Bir, Paul Klee'nin resmi özellikle 1930'lu yıllarda yaptığı resimler; o tepeler, güneşler... İkincisi , Andre Gide'nin Dünya Nimetleri'ndeki o sözü, "Hüzün dinmiş bir coşkudur".  Üçüncüsü de Behçet Necatigil'in Kapalı Çarşı kitabındaki 
Ağıt isimli şiirinden,

Kapalı kızlarda duygu yok mu
Onların da canı çeker
Rüyalarda belli oluyordu
Bir erkekle beraber.

Aynalardan,taraklardan çıkardım
Kaşlar,gözler, saçlar bütün eğreti
Şeytana uydum herkes uyurken
Bazı çareler öğretti.

Buldular, bıraktılar kolayca
Arkadaşlarım..belki haklı.
Kendimde boğdum her şeyi,
Cahil aklı.

Çirkin miydim, hayır, talihim yoktu belki.
Ümitli, sadık bekledi vücudum.
Seneler geldi geçti
Dal gibi kurudum.

Mastürbasyonu bu kadar güzel anlatan bir dize batı edebiyatında bulamazsın, samimi söylüyorum. Lise öğrencisiyken tanıştım Behçet Necatigil'le. Ondan çok şey öğrendim. Bir iki meyhanemiz vardı. Birlikte çok kafa çektik"
1962 yılında ilk şiir kitabı ‘Bozgunda’ yayımlandı. İzmir’de Kovan Kitabevi  yayını olarak çıktı. Kitap oldukça ilgi uyandırdı.
Ankara'nın ona kazandırdıklarından biri de Salim Şengil, Nezihe Meriç çiftinin dostluğudur. Aslında lise yıllarında Turgay Gönenç'in bir şiiri Salim Şengil'in Seçilmiş Hikayeler isimli dergisinde yayımlanmıştır. Yıllar sonra Ankara'da Sanatseverler Kulübü'ndeki tanışma ise dostluğa atılan bir adım oldu. Ankara'ya gelen birçok sanatçı Nezihe Meriç'in sofrasında kendine yer buldu:
"1962 yılıydı, Salim Amca elinde bir liste ile geldi Sanatseverler Kulübü'ne . Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu'nda bir edebiyat matinesi düzenlemişti. Beni de o ünlü şair ve yazarların arasına almıştı...Çok sevinmiştim.Matine gecesi benden bir sıra önde oturan çok güzel bir kız öğrenci dikkatimi çekti. Resim defterine karakalem ile Salim Şengil'in portresini çiziyordu. Öne eğilip, "Görebilir miyim" dedim.Defterini sakladı. Yüzünün kızardığını gördüm...Ünlem Sanat Dergisi- Temmuz Ağustos 2005"
O mahcup kız, resim öğretmeni olmaya hazırlanan Fatma Akçay'dır. Turgay Gönenç, genç kızın kalbini kazanmayı başarır.
İkinci Yeni ile hareket eden, ilk şiir kitabını çıkaran, dergilerde özgün makalelere imza atan Turgay Gönenç, üniversiteyi 1963 yılında bitirdi ve aynı yıl Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü'nde milli gelir gurubunda göreve başladı.

Merhaba evlilik merhaba İzmir
1964 yılı köklü değişikliklerin yaşandığı bir yıl oldu.
Turgay Gönenç Fatma Akçay ile evlendi, İzmir'e yerleşti.
Görev yeri de artık Devlet İstatistik Enstitüsü İzmir Bölge Müdürlüğü'ydü.


Dünya evine girerken
İzmir'de Besim Akımsar'ın sahbi olduğu Mimar Kemalettin Caddesi'ndeki Gutenberg Matbaası ve Kovan Kitapevi'nin kentin kültürel yaşamı üzerinde etkisi büyüktür:

"...Basın ve yayın dünyamızdaki tüm ünlülerin İzmir'e geldiklerinde ilk uğradıkları yer Besim Akımsar'ın matbaası. Matbaa kapandıktan sonra ise kitapçı dükkanı, son olarak da Güzelyalı'da Havacılar Durağı karşısındaki evdi. Besim Akımsar'ın işini sırf matbaacılık olarak görmemek gerekir. Bir dergici, öykücü, köşe yazarıdır Besim Akımsar. 10 Ağustos 1943-1 Ekim 1947 tarihleri arasında Kovan dergisini yayımladı. Son sayı numarası 36'ydı. Kimi dergiler iki, üç, dört sayı birden yayımlanmış. Dergi, İzmir'de çıkmasına karşın, yerel nitelikte kalmayıp, İzmir dışına, özellikle İstanbul'a seslenmiş. İstanbul'daki yazarların şiir ya da yazılarını yayımlamak istedikleri bir dergi olmuş. Kovan gerçek anlamıyla, Besim Akımsar'ın edebiyet tutkusundan kaynaklanan bir dergi.Besim Akımsar'ın özverisiyle hiç bir karşılık beklemeden çıkarılmış...Ünlem Sanat Dergisi- Temmuz Ağustos 2005"
Turgay Gönenç, 1968 yılında işinden ayrıldı. Ekmeğini özel matematik dersi vererek kazanmaya karar verdi. Öyle  de oldu. Turgay Gönenç 1998 yılına kadar verdiği özel derslerle adını bu kulvarda da duyurdu.
1 Mayısların olaylı geçmesi alışılmadık bir durum değil. 1 Mayıs 1969, Gönenç ailesi için şenlikli geçti aynı zamanda. Aileye iki yeni üye eklendi. Turgay ve Fatma Gönenç çiftinin ikiz bebekleri oldu. Baba Turgay Gönenç gen geldi, kalemini, Zeynep ve Aslı için de  eline aldı:
Aslı ve Zeynep 1 yaşında
" İkizlerim Zeynep ve Aslı on sekiz yaşını doldurdular 1 Mayıs’ta. Yıllar nasıl da hızla yinelenebiliyor usumda! 1 Mayıs 1969’dan 1 Mayıs 1987’ye geçen (benim yönümden nasıl geçtiğini anlayamadığım) on sekiz  yıl.
Ne çocukluklarını, ne de genç kızlıklarını yaşamayan çocuklar bunlar. İlkokul ile başlayan o rezil kolej yarışı. Ardından yabancı dilde eğitimin getirdiği sıkı çalışma ve üniversite sınavlarına hazırlık. Bu yıl üniversite sınavına giriyor ikizler. Onların bu denli çalışmalarına benim sinirlerim dayanamıyor artık. Bornova Anadolu Lisesi’ni 9,5 ortalama ile bitiriyor ikisi de. Ama geleceğe onların da tam anlamıyla güvenemediklerini sezer gibi oluyorum. Kendilerine onurlu bir yaşam hazırlamak için gerekenden fazlasını yapıyorlar, ama yine de toplumdaki değer karmaşası ürkütüyor onları.
Gün boyu kızlarımın gizli hüznünü düşündüm. Belki de bizim hüznümüzü sürdürüyorlar. Onları yalnız kalıp düşündüğüm anlarda, bir çocuk gibi ağlamak gelir içimden çoğu kez. Bugüne değin tek bir sorun yaratmayan, sorumluluk duygusunu bir an elden bırakmayan bu iki küçük (yaşamamış genç kız) düşünmek hüzün veriyor bana. Yaşamı düşünce ve inceliklerle dokunmaya çalışan, özverinin uç noktasında iki küçük genç kız. Hiçbir şeye öykünmediler, daha başka bir ekonomik koşulun getirebileceği tüketime özenmediler. İçinde yaşadıkları toplumu, sanat yapıtlarından öğrenmeye çalıştı ikisi de. Suskun, yarı buruk gülüşlerinin altında, uygar bir toplum özlemini sezinledim hep. Yaşamları boyunca harçlık bile istemediler, verdiğim harçlıklarla giyim sorununu kendileri çözümlediler. Onlara matematik anlattığım günlerde, ders bitiminde başlayan şükran duygusu, yüzlerinden saatler boyu gitmezdi. İkisi de nasıl teşekkür edeceğini bilemezlerdi sanki.
Çevrelerindeki büyük, küçük herkesle doyumsuz bir dostluk kurmayı başardılar. İçtenliksiz hiçbir merhabalaşmaya girişmediler. En çok da yalnızların dostları olmayı sürdürdüler.
On sekiz yıl boyunca bir tek gün olumsuz bir tavrına rastlamadığım, yaşamı incelik ve düşünce ile dokuyan, sanat ve bilim sevgisiyle yüklü iki çocuğun babası olmak, hüzünden başka ne verebilirdi ki bana! Toplumun değişen, belli bir yönde değiştirilen tüm ölçütlerine aykırı iki çocuk babası olmak, hüzün verir doğal olarak.Zamanın Sularında"

Turgay Gönenç'in şiirinde 1960 sonrası başlayan yeni bir toplumcu gerçekçilik arayışı 1968'de olgunlaşmaya yüz tuttu. Cemal Süreya da 1969 yılında Papirüs Dergisi'ndeki bir yazısında onun şiirleri için "asıl önemlisi şiirini açtı" görüşüne yer verir.
Ancak bir gün Cemal Süreya'nın evinde yaşanan bir olay Turgay Gönenç'in özel yaşamında ciddi kırılmalara yol açtı.
" Benim eşimden ayrılmama neden olan da Cemal'dir. Cemal'in evinde eşimle birlikte yemeğe davetliydik. Eşim Fatoş bir ara gidelim diye tutturdu, gitmedik; karıma yemek sırasında masanın altında el ile tacizde bulunuyormuş. Cemal budur. Şairliğine laf söylemem ama Cemal budur."
Fatoş Hanım yaşananları içine atar. Ama gün gelir yaşanan olay etrafında çok ciddi bir tartışma yaşanır:
"Çok sonra, ama o gün değil. Onu açıklamadı bana orda .Hır çıkmasın, rezalet çıkmasın diye açıklamadı belki. Yemek masasında oturuluyor, o yemek masasında, bir çift daha var, ben varım, Cemal var. Cemal'in masanın altından Fatoş'un bacağını ellemeye çalıştığını nasıl göreceğim ben.
Bu olayın üzerinden zaman geçti. Bir konuşma sırasında laf Cemal'e geldi, "Sen çok değer veriyorsun ona, o değer verdiğin insan ne yaptı biliyor musun? Yemekte kaç defa masadan kalkalım dedim, lafımı dinlemedin." diye başladı söylenmeye... "Ben onun hesabını görürdüm ama çok büyük rezalet çıkardı sen de duramazdın senin de başın belaya girerdi' dedi. Ondan sonra kesinlikle hiçbir sergi açılışına hiç bir şeye gitmemeye karar verdi, ne sergiye ne özel bir güne artık gitmiyordu."
Öte yandan matematik dersleri tüm hızı ile devam ediyordu. Matematik onun için başlangıçta hobiydi ancak işin içine uzun saatler boyunca ders anlatma çabası girince sanata şiire ve edebiyata yeteri kadar zaman ayıramıyordu.
Kendisini hiç bir zaman matematikçi olarak görmese de, ders notlarından oluşan 7 cilt 3600 sayfalık bir çalışma hazır, günü geldiğinde basılmayı bekliyor. Matematikle ciddi bir mesai harcaması ondaki matematiksel düşünme özelliğini sürekli biledi. Turgay Gönenç, matematiksel düşünme yeteneği olmadan iyi bir sanat eseri verilebileceğine hiç bir zaman inanmadı:
"Matematik ise en soyut sanat. Matematik ne zaman lazım? Matematik hayatınızın her döneminde lazım.Nurullah Ataç'ın da çok güzel bir sözü var, "Matematik bilmeyen şair olamaz" diyor. Genelliyelim, matematik bilmeyen ressam da olamaz, matematik bilmeyen müzisyen de olamaz. Bugün çoğu kişinin birleştiği nokta Bach'ın müziğinin tümüyle matematiksel bir yapı üzerine kurulduğudur.Şimdi matematik ile matematik düşünceyi birbirinden ayırmaya başlayalım isterseniz. Matematiği ders olarak öğrenebilirsiniz, matematiği sizden istendiği biçimde de öğrenebilirsiniz , bunların hepsi de zamanla unutulabilir. Peki matematik ne öğretiyor, ne yapıyor. Matematikle bir silsile içinde, bir bütün içinde bir gelişmişlik içinde düşünme yöntemini kavrıyorsunuz. Bir hukukçu olduğunuzu düşünelim. Önünüze çıkan verileri matematik düşünceniz yoksa sağlıklı bir biçimde değerlendirip müvekkilinizi koruyamazsınız. Bir hukukçu düşünelim, matematik düşünceye sahip, o verileri işte, edindiği matematik birikimiyle ve onun yarattığı veriler arasında nasıl bir ilişki kurulması gerekiyor, çok daha çabuk çok daha gerçekçi çok daha iyi koyacaktır."

İzmir'de matematik öğretmenliği için üst çıta Cevdet Bilsay'dır. Cevdet Bilsay, matematikçileri bile imrendirecek bir matematik yeteneği ve üretkenliğinin yanı sıra öğrencilere ders anlatımı konusunda da usta bir öğretmendi. Yugoslavya'nın Prepoal kasabasında 1890 yılında dünyaya gelen Cevdet Bilsay, 1917 yılında İzmir Öğretmen Okulu'nda matematik öğretmenliğine başladı. Ailevi nedenlerden dolayı Yugoslavya'ya geri döndü. 1932 yılında bu kez bir daha geri dönmemek üzere İzmir'e yerleşti.Sırasıyla Buca Ortaokulu,İzmir Kız Lisesi, Namık Kemal Lisesi, Karşıyaka Lisesi, Yüksek Ticaret Okulu ve Özel Türk Koleji'nde öğretmenlik yaptı. Cevdet Bilsay geride Fen Dilinde, Geometri Dersleri, Cebir Dersleri, Matematik Tarihçesi gibi kitaplar bıraktı. Asıl önemlisi hiçbir öğrencisi onu unutmadı. İzmir'de 1960'lı yıllarda Cevdet Bilsay öncülüğünde matematik öğretmenleri, matematik sevgisinin toplumda çoğaltılması konusunda kafa yoruyor, bir araya gelip bildiriler sunuyorlardı. Namık Kemal Lisesi'nde düzenlenen bir matematik öğretmenleri toplantısında Cevdet Bilsay'ın konuşması bundan yarım asır önce İzmir'de oluşturulan o havayı anlatıyor:
"..Eskiden edebi eser ve hareketler Selanik'te başlardı. Genç kalemler gibi.Pozitif bilimlerdeki yeni öğretim hareketlerinin de güzel İzmir'imizden doğması mümkün olamaz mı? Sizlerin hepinizi ayrı ayrı tanıyoruz. Bu meseleyi bu konuları( Matematik ve mantık, matematiğin terbiyede önemi,geometri eğitimi,matematiğin diğer derslerle koordinasyonu, trigonometri, asri fizik yolları, astronomi, matematiğin ve matematikçinin çağdaş hayattaki rolleri...)aramızda paylaşalım, her konu için 10 sayfadan aşağı olmamak üzere Ekim ayı sonuna kadar işleyelim ve sonra bunları bir araya getirerek bir kitap halinde Türkiye'deki meslektaşlarımıza takdim edelim..."

Cevdet Bilsay 1971 yılında yaşamını yitirdi. Usta matematikçi ile Turgay Gönenç'in ortak paydası matematiğin korkulacak bir ders olmadığı düşüncesiydi:
" Hayran olduğum bir insandır, onun da genç olarak hayran olduğu birisiydim. Bilsay'la aynı okulda öğretmenlik de yaptım. Türk Koleji'nde öğretmenlik yaptı. Cevdet Bilsay beni şuradan tanıyormuş. Matematiği çok zayıf öğrenciler bir  zaman sonra başarılı oluyorlarmış nedenini merak etmiş, çocuklara özel ders alıp almadığını da sormuş, benim ismimi o şekilde duyuyormuş.Kendisi çok zeki bir adamdı, isim hafızası da çok iyiydi..Ben memuriyetten yeterince para kazanamıyordum, akşamları da matematik dersi veriyordum. Bir iki öğrenciye ders veriyordum ama bizim daha rahat geçinmemize katkısı oluyordu. Ben başarılı öğrenciyi tercih etmezdim, tam tersi! Sorunlu öğrenci ve umudunu kesmiş öğrenciler benim için önemliydi."
Turgay Gönenç'in ikinci şiir kitabı "Ben Severek Büyürüm" 1973 yılında Ankara'da Dost Yayınları arasından çıktı.
Üçüncü şiir kitabı ‘Yüzün Senin’ Ankara’da, 1983 yılında, Dayanışma Yayınları tarafından yayımlandı.
Dördüncü şiir kitabı ‘Gece ve Genç Kız’ ilk üç kitapla birlikte, tümü ‘Kuşların Göçerken Çizdikleri’ adı altında FE Yayınları’nca yine Ankara’da yayımlandı.
Aslı Gönenç,Burhan Uygur, Turgay Gönenç,Vesile Uygur

OZA

Turgay Gönenç'in, Mehmet H. Doğan ile birlikte Rus şair Andrei Voznesensky'den çevirdiği şiirler ve özellikle kitapla aynı adı taşıyan Oza isimli uzun şiir Türkiye'deki okur severleri derinden etkiledi.
Kitap ilk olarak Ada yayınlarından Nisan 1981 yılında 2 bin adet olarak basıldı. Kısa zamanda tükenen kitabın diğer baskıları da yapıldı. Oza başka yayınevleri tarafından da yayımlandı:
Selam Oza, evde geceleyin
Ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,
Havlarken köpekler, yalarken kendi göz yaşlarını
Senin soluğundur duyduğum ses.
Selam Oza!
Nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç.
Bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle
Gerçekte korku olduğunu aşkın,söyle?
Selam Oza!
Ne korkunç bir başına düşünmek şimdi seni?
Daha da korkunç, bir başına değilsen oysa:
Şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana.
Selam Oza!
Ey insanlar, lokomotifler, mikroplar
Gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona.
Harcatmam onu, dokundurtmam kılına.
Selam Oza!
Yaşam bir bitki değilse aslında,
Neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu
Selam Oza!
Ne acı bu denli geç rastlamak sana
Ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda.
Karşıtlar getiriliyor bir araya
Bırak çekeyim kahrını ve acını kendime
Çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,
Sense sevinçli. Dilerim sonsuza dek kalırsın öyle.

Dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm.
İnan, kendimle üzmeyeceğim seni.
İnan dert olmayacak sana ölümüm.
İnan, yük olmayacağım sana yaşamımla.

Selam Oza, dilerimışıl ışıl kalırsın hep
Bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.
Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni,
Şükür ki girdin yaşamıma.
Selam Oza!

Oza çevirisi 1981 yılında yayımlandı
Andrei Voznezensky, 1964'te bu şiirini yazar yazmaz sadece Sovyetler Birliği'nde değil birçok ülkede kendisine okuyucu bulmayı başardı. Bu uzun şiir, İngilizceye 1967 yılında  çevrilen "Antiworlds and The Fifth Ace, Poetry by Andrei Voznesensky" adlı kitapta da yer aldı. İngiliz şair W. H. Auden The New York Review of Books için 1966 yılında kaleme aldığı Andrei Voznesensky'nin Şairliği isimli makalede, " Bir şiir ya da her hangi bir sanat yapıtı kim tarafından, nerede ve ne zaman ortaya konursa konsun onun bir değerinin olup olmadığının en önemli kanıtlarından bir tanesi o eseri kendimizle, yaşadığımız zamanla ve mekanla ilişkilendirmemizde yatar.Bence Voznesensky iyi bir şair çünkü Rusça bilmememe rağmen şiirlerinin İngilizceye çevrilmiş hali bile bana çok ama çok şey anlatıyor ..." diyor. (One of the primary proofs that a poem, or any work of art, has value is that, wherever, whenever, and by whomever it was made, we find it relevant to ourselves, our time, and our place. I am certain that Mr. Voznesensky is a good poet because, though I know no Russian and have never been to Russia, his poems, even in English translation, have much to say to me...April 14 1966 issue)
Oza'yı Ada'dan sonra İleri yayımladı
Turgay Gönenç ile Mehmet H. Doğan'ın Oza çevirisi ise tam beş yıl sürer:
" Biz bunun çevirisine başladık Mehmet Doğan'la. Ama o bu sırada defalarca intihar teşebbüsünde bulundu.Sıkıntıları vardı, sıkıntılara olan insana kızamazsın.
Bana Şükran Kurdakul, 'Bende prostat kanseri tehlikesi gördüler, ölmeden bir istediğim var' dedi gerçi prostat kanserinden ölmedi ama herkes korkar kanser lafı edilince, çekerek ölmek de boktan bir şey...Şükran'a isteğinin ne olduğunu sordum, 'John Osborne'nın Look Back in Anger diye çok sevdiğim bir oyunu var, onun çevirisini yapalım'  dedi.  İngiltere'den getirttim ben kitabı. Ümit Tarakçı'ya 'Ümit gel bu kitabı birlikte çevirelim' dedim, 'Olur' dedi. Biz çeviriyi tamamladık ve Ataç Yayınları'ndan Öfke diye yayımlandı. Ondan sonra Doğan Hızlan bu çeviriyi çok öven bir yazı yazdı, Mehmet Doğan hem Doğan Hızlan'ın yazısını hem de Öfke'yi okuyup çok beğenmiş ve "Gel birlikte çeviri yapalım" dedi. Ona, "Ben düz yazıya girince şiirimden kaybederim bunu ben söylemiyorum, bunu büyük ustalar söylüyor" dedim. Bana, "Şiir çevirisi yapalım seninle" dedi. Yaptığımız şeyler çok ses getirdi, Kevin Barry adını taşıyan şarkının sözlerini çevirdik, İrlanda aksanı ile yazılmış bir şiirdir o . Çeviri,Şiir Sanatı dergisinde çıktı, "Şafağında bir pazarın/ Göçüp gittin Kevin Barry...". Okuyanlar çok beğendi. Sonra Aragon'un "Mutlu Aşk Yoktur" şiirinin çevirisi de son beşliği bitiremedim, sonra bir gün üst katta kalan kadın su dökünce çocukların ipteki çamaşırları ıslanmıştı, kadına öyle bir bağırmışım ki oracıkta bayılmış. Ondan sonra ben Mutlu Aşk Yoktur'un kalan kısımlarını çevirdim. Demek ki o çeviriyi tamamlamam için bağırmam ve birisinin bayılması gerekiyormuş. Sonra Mehmet Doğan Andrey Voznesenski'nin kitabını getirdi, "Seçme şiirleri" çevirelim dedi, "Tamam, gel Oza'dan başlayalım" dedim. Biz İngilizceden çevirirken, ben aynı zamanda çeviriyi Sefer Aytekin'nin -Sefer Aytekin, Rus klasiklerinden eğitime çeviriler yapıyordu. Ama asıl işi madencilikti. Aytekin'in Manisa'nın Akhisar İlçesi'nde bir civa madeni vardı. Ben Mehmet Doğan ile İngilizce'den yaptığımız çevirileri kitabın Rusçasından Sefer Aytekin yardımı ile denetliyordum. Ama bunu Mehmet Doğan'a söylemedim çünkü küserdi- Ben yaptığımız şiir çevirisini Ferüt Edgü'ye gösterdim, bunu "Ada Yayınevi'nden basalım" dedi. 1981 yılında kitap basıldı. Kitap çıkar çıkmaz hemen tükendi. İkinci basım yapıldı. Ferüt Edgü, Mehmet Doğan bir nedenden dolayı küstüler. Sonra İleri Kitapevi'nde basıldı, bir baskı dediler üç baskı yapmışlar, sonra Ankara'dan geldiler bir baskı dediler, iki baskı yapmışlar. Neyse...Kitap herkesin kitabı oldu. Bu Oza kitabı Türkiye'de hayranlıklar topladı, kitap tüm yaştaki insanların beğenisini kazandı.
 Turgay Gönenç ve Mehmet Doğan'ın 
çevirisini yaptığı Oza son olarak
1997'de Opus'tan yayımlandı.

Turgay Gönenç'in şiir çevirilerine Abdülvahap El Beyati’nin şiirlerinden oluşturduğu kitabı da not edelim yeri gelmişken. İyişeyler Yayınevi tarafından basılan kitapta Arapça’dan Türkçe’ye çevirilerde Turgay Gönenç'e Nusret Merdan yardımcı oldu.

Gönenç'in son şiir kitabı, ikili bir kitap. Benim Çocukluğum Fesleğen Kokar (toplu şiirler 1955-2002) - Barok Esintiler (resimler 2001-2002) Bilim Sanat Galerisi tarafından, 2003 yılında bir koleksiyon kitap olarak, özel bir baskıyla yayımlandı. Kitabın çift sayfaları resim sayfası tek sayfaları da şiir sayfası olarak tasarlandı:


"Kitap, ilk bakışta, bir resim ve şiir kitabı özelliği taşıyor. İkili bir kitap bu. Ön kapak: ‘Turgay Gönenç-Benim Çocukluğum Fesleğen Kokar/Toplu Şiirler (1955/2002)’ olarak görülüyor. Arka kapak ise, aynadan okunabilecek şekliyle: ‘Turgay Gönenç-Barok Esintiler/Resimler (2001/2002)’ olarak tasarlandı. Kitabın sırtına baktığımızda da, yan yana duran bir şiir ve resim kitabının görselliği var. Bütün bunlar, kitabın farklı iki sanat dalını içerdiğini belirtmek üzere tasarlandı. Görünüşte bir şiir ve resim kitabı; ama resimlerin çıkış noktasına bakıldığında, resim ve müzik arasında bir ilişki kurma çabası egemen."

Turgay Gönenç'de tuvalin yerini bilgisayar aldı
Kitaptaki resimlerin tümü bilgisayar ortamında yapıldı:
" Amaç, bilgisayar ortamından başka bir ortamda gerçekleşmesi olanaksız renk ve biçimlere ulaşmaktı. Yoksa, bir tuval resminin ya da geleneksel bir resmin benzerini bilgisayarda yapmak anlamsız olurdu. Bu olgular göz önüne alındığında: Bilgisayar ortamında yapılan, ama bilgisayarın yapmadığı yeni bir tür resimden söz edebiliriz.       
Gerçek anlamda bir tuval ressamı olmak,  atölye zorunluluğu ile birlikte resmin tek uğraş olması zorunluluğunu da gerektirir. Ünlü ressam Orhan Peker, "Ressamın paleti kurumamalı" derdi.1968 yılından sonra, yaşamımı salt matematik dersleri vererek sürdürmem, giderek artan öğrenci sayısı, günde on dört saate çıkan dersler, paleti yine kurutmuştu. Arada resim yapsam da, paletin kuruması engellenemiyordu. Bu durum gerçekten hüzün veriyordu bana.2000 yılı ortalarında bilgisayarla tanıştım. O güne değin bilgisayara elim değmemişti. Salt kendime müzik CD’si yapabilmek için aldığım bilgisayarda, farklı bir resim dili oluşturulabileceğinin ayrımına varmak, yeni bir coşkuya yol açmıştı bende. Tuval resminden uzaklaşmış olmanın hüznünü gideren, yeni bir atölye açılmıştı bana. Günde ortalama on saate varan çalışmalarda: Özgün bir bilgisayar ortamında yapılmış resmin yollarını arıyordum. Bu resim bilgisayar dışında oluşturulan resimlerden farklı ve bilgisayar ortamı dışında yapılması da bir bakıma, teknik açıdan olanaksız olmalıydı. Ancak bu iki koşul, böylesi bir resmi kendi içinde farklı ve tutarlı kılabilirdi. Bir süre sonra, bilgisayar ve bilgisayar programlarının mantığını çözmeye başladım. Bana en büyük yardımı, resmimi engelleyen matematik sağlamıştı bu aşamada! Teknik eksikliklerimi anlayıp onları gidermeye başladığımda, alışılmış, hazır resim programları dışında, kendi resim atölyemi oluşturdum bilgisayarda. Bilgisayar resim yapmıyordu; ama ben resmimi bilgisayarda oluşturuyordum artık. 


Yeni bir atölyem olmuştu, var gücümle çalışıyordum bu atölyede. Kimi zaman, yazılarımın aksamasına neden olacak yoğunlukta. Tuvalin kurumasından kaynaklanan hüznün yerini alan, farklı bir coşkuydu şimdi yaşadığım.”   

Düzyazılar
Turgay Gönenç'te düzyazıların ağırlık kazanması 1980 yılında başlar. Sanat Çevresi dergisinde yayımlanan Tarihsiz Günlükler, düzyazı serüveninin başlangıcı oluşturur. Tarihsiz Günlükler 1989 yılında, Sanat Çevresi yayınlarından, ressam Burhan Uygur’un kitap için yaptığı resimlerle, Zamanın Sularında (Tarihsiz Günlükler) adıyla yayımlandı. Genişletilmiş ikinci baskısı 1999 yılında, Boyut Yayınları’ndan çıktı.  
1990 yılından başlayarak, Tarihsiz Günlükler’in yerini Gösteri dergisinde yayımlanan Değinmeler aldı. Tarihsiz Günlükler’in bir uzantısıydı  bu yazılar.
Tarihsiz Günlükler, Değinmeler, 1996 yılının sonunda, öykümsü tatlar içeren denemelere dönüşerek, Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1996 sonunda köşe yazıları niteliğinde yayımlanmaya başladı. Yeni Yüzyıl kapanana dek sürdü. Bu yazılar ile Gösteri’de yayımlanan kimi Değinmeler iki kitap oluşturdu. Can Yayınları’ndan ‘Beni Irmak Boylarına Götür Anne’ (1998) ve ‘Taşın İçinde Gizlenen’ (2000) adlarıyla yayımlandı.
Tarihsiz Günlükler'den seçmeler
-Suçluluğun alanını yapay olarak genişletenlerin, o alan içinde kalmaları ya da bir süre sonra o alan içine girmeleri, tarihin kaçınılmaz olgularından biri olarak karşıma çıktı hep.
-Sanatçının özgürlük isteme gibi bir sorunu yoktur. Çünkü özgürlük sanatçının kişiliğidir.
-Sanat sevgisizliğin değil, sevdanın, inancın, coşkunun, hüznün sonuçlarındandır. Geçmişin ve çağın kültür ürünlerini taramadan sanatçı olabilmiş kişilere hiçbir ülkede rastlamadım ben.
-Sanırım yaşamımdaki tüm acıları, sanat yapıtlarıyla eşlemek yolunu seçtim sürekli. Bu da acının anlam kazanmasına , asıl önemli acının da yaşamın unutulmaması gereken bir parçası olarak kalmasına etken oldu.
-Sevgi bir kararlılık sorunudur, başlatırken de bitirirken de.
-Evlerimizde sevgi sözcükleri yasaktı, ayıptı. Korkunç bir sevgisizliğin bir araya getirdiği (evlenme biçiminden kaynaklanıyordu bu da) anneler babalar aşktan söz etmediler hiç.
Resim eleştirmenliği
Turgay Gönenç, 1955 yılından başlayarak zaman zaman resim eleştirileri kaleme aldı. Resim eleştirisi ve sanat yazılarının süreklilik kazanması 1978 yılında Sanat Çevresi dergisiyle başladı. O günden sonra da  Gösteri, Milliyet Sanat, Boyut, Gergedan, Argos gibi dergiler ile Cumhuriyet, Milliyet gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Turgay Gönenç, P dergisi ile inceleme türünde yazılar da ortaya koydu.
Yıl 1998. Turgay Gönenç,  Tüyap ve Sanat Galericileri Derneği’nce düzenlenen ARTİST 98-8. İstanbul Sanat Fuarı’nda, Türk plastik sanatlarına katkılarından dolayı, onur ödülünü aldı:
“Sanat yazarlığım süresince, en özen gösterdiğim şey, çözümlemeye dayalı, şiirsel bir anlatım içinde, öykümsü tatlar taşıyan yazılarla, resim sanatına doğru yaklaşımlar sağlamak, resmi gerçek anlamıyla sevdirmek oldu.Ama asıl önemlisi, resmi edebiyatçılara sevdirme tutkumdur. Genelde günümüz yazarı resmi, günümüz ressamı da edebiyatı bilmiyor. Bu, sürekli tanık olduğum bir durum. Günümüz sanatı, kendi alanına kapanan kişiyi artık dışlıyor. Sürekli, yıllardır yazdığım gibi, çok yönlülük günümüz sanatçısının olmasa olmazıdır. Benim sözünü ettiğim çok yönlülük, ürün verme açısından değil; bilgi ve sanatlara doğru bakmayı öngören bir çok yönlülüktür.”
Bisiklet
Turgay Gönenç'in yaşamında bisikletin hep özel bir yeri oldu. Bisiklet ile birlikteliği bugün bile tutkulu bir şekilde sürüyor.
Bisiklete binmek bir dengede olma halidir. Bisiklet dengeyi durağanlığın bozumunda bulur. Bunun için bisikleti kullanan, hareketin sürekliliğini sağlar. Turgay Gönenç de kendi sürekliliğini bitmez tükenmez bir çabada bulur. Sözgelimi yatış kalkış saatleri..Akşamüstü yatıp gece kalkmak daha çok okumak ve üretmek için uygunsa  O, yaşamını buna göre tasarlar. Yine belli bir zaman dilimi içindeki gözlem sayısı yer değiştirmeye bağlı ise bu durumda bisiklet biçilmiş kaftandır. Çünkü bisikletin seyir hızı sadece bakmaya değil görmeye de izin verir . Bu yüzden Turgay Gönenç'in bisikleti sadece kas gücü ile değil biraz da merakla çalışır. Üstelik bisiklet eşitsizlikleri onu kullananın lehine dengeler. Bisiklet bir adım sonrasında kaldırımda kendi halinde yürüyene de yukarıdan bakma fırsatı verir. Bisiklet, kenti boydan boya kat etmenin aracıdır. Böylelikle yüzünüzü her gün banyonuzdaki aynadan başka bir yerde örneğin bir çöp tenekesinin yanına bırakılmış kırık bir aynanın yansımasında görürsünüz. Gerçek bir yolculuk da böyle başlar. Turgay Gönenç, bisikletle sakin, dingin, huzurlu yanını bulur. Onun bisikletle olan bu ilişkisi, bir nesne-özne bütünleşmesine varır: Yarı insan yarı makine bir beden, sanki mitolojik satyr karakteri gibi:
Bisikleti her zaman baş köşede
" ...Uçurtma ve Bisiklet. Bunlar benim içimde hiç yitmeyen ve özenle koruduğum çocukluğumun vazgeçilmez öğeleri olmuştur. Bisiklet yeryüzüyle kucaklaştırmıştır beni, uçurtma gökyüzüyle.
Çocukluk yıllarımdan bugüne hiç kopmadan ikisinden de. Kenti tümüyle bisikletle arşınladığımı gören `araba sevdalısı' dostların, küçümser gülümsemelerine, sevincin gülümsemesiyle yanıt veriyordum ben de. Doğayla, kentle bütünleşmenin, yaşanan zamanı çoğaltmanın en gerçekçi aracıdır bisiklet. Yaşama sevincinin, doğa ve kent sevgisinin kaynaklarından önde gelenlerindendir. İyi donatılmış, iyi seçilmiş bir bisiklet, size yaşadığınız çevreyi gerçek anlamda keşfettiren, yaşatan bir can dostudur. Ben ne zaman güç bir matematik problemi ya da güç bir yazı peşindeysem, mutlak bisikletten yardım umarım. Bisikletle kent dışına bir yolculuk, içinden çıkamadığım bir problemi ya da tamamlayamadığım bir yazıyı sonuçta çözüme ulaştırır, tamamlatır bana.
`Sanat yapıtını oluşturan düşünce birimleri' konusunda bir yazı peşindeydim 1987 yazında Çeşme'de. Böylesine zor, karmaşık bir konuya, kısa ve herkesin anlayabileceği bir yanıt aramada bir bakıma tıkanmıştım. Bisikletimle önce Alaçatı'nın eski sokaklarında, ardından Dalyanköy, Ovacık'ta dolandım. Dönüşte evden önce can dost Vedat Dalokay'a uğrayıp; su, kâğıt ve kalem istemiştim. Günlerdir içinden çıkamadığım yazı, bisikletle dolaşırken biçimlenmişti, bir çırpıda çıkıverdi.

Rahmetli Dalokay, "Sen şimdi mi yazdın bunu. Azizim zor bir yazı bu. Üstelik hiçbir düzeltme de yok üstünde," diyerek okumuştu.
"Şimdi değil, bisiklette yazdım..." diyerek yanıtlamıştım gülümseyerek.
Başkasını bilmem ama, benim düşünce alanımı genişleten bir araçtır bisiklet; çağdaş sevimli bir esin perisi. Uçurtma ve gökyüzü: Benim için gerçek anlamda yaşanan zaman, usulca gökyüzünde almıştır yerini-Beni Irmak Boylarına Götür Anne"


Kitaplık
Yaklaşık 70 yıllık okuma serüveni sonucunda oluşan özel bir kitaplığa sahip Turgay Gönenç. Müzik ve sinema tutkusu ile oluşturulmuş ve sayısı binleri bulan CD ve DVD'ler ayrı bir araştırma konusu. Kütüphanenin ağırlık merkezini kitapların bulunduğu bölüm oluşturuyor. Behçet Necatigil başta olmak üzere Türk edebiyatındaki birçok önemli kaleme ait kitapların ilk baskılarını bu kütüphanede bulmak mümkün. Üstelik çoğu yazar da Turgay Gönenç için özel olarak imzalamış kitabını. Bu kitaplar arasında Bedrettin Cömert'in Turgay Gönenç için imzaladığı ama ona veremediği kitabı, Giotto'nun Sanatı'ın özel bir yeri var. Turgay Gönenç bu kitabın öyküsüne Tarihsiz Günlükler'de yer verir:


"...‘Giotto’nun Sanatı’, Bedrettin Cömert’in kitabını elime alınca ölüm kabalaşıyor. ‘Turgay Gönenç kardeşime sevgilerimle 11.7. 1978 Ank.’ diye yazıp imzalamış. Vurulduğu gün! Otomobilin torpido gözündeymiş kitap. Bedrettin Cömert’in kanları kitapta kurumuş. Sabah, Türk Dil Kurumu’na kurultaya gelirken vurmuşlardı. Bir gece önce hep Giotto ve onu çağdaş kılan değerler üzerine konuşmuştuk.


Bedrettin Cömert'in Turgay Gönenç için imzaladığı ama vermeye nasip olmadığı kitabı. Cömert'in kanı kitabın sayafaları arasında hala rengini koruyor

“Sabahleyin kaldığın yerden seni alır, birlikte gideriz kuruma,” demişti.
“Ağabeyimde kalıyorum, kurumun arka bahçesine bakan evde,” demiştim.
Sonra ben evde, balkonda, bütçe raporunu beklerken, kurumun bahçesinden Özdemir Nutku,
“Gelme, vurdular Bedrettin’i!..” diye bağırmıştı. Kim bilir sabah kaçta kalkıp kitabın tüm baskı yanlışlarını düzeltip imzalamıştı!
Kitap ölümünden üç ay sonra emniyet müdürlüğünden ağabeyime iletilmiş.
Artık bugün hiçbir şey yazıp okuyamam. Ölümün kaba yüzü tiksindirdi beni. Ölümden hiç korkmadım. Doğumun doğal bir sonucu olarak gördüm çocukluğumdan beri. Ama gerçekte ölüm korkusunun anlamsızlığına, ortaokul öğrenciliğimde, Montaigne’in ‘Denemeler’inin ilk kısa baskısında yer alan, ‘Ölüm Üzerine’ yazısında tanık olmuştum."

Son söz yerine
Bir ailede en büyük olmanın yalnızlığı ağırdır. Turgay Gönenç de bu yükü taşıyor. "Bir tek ben kaldım." derken yitirdiği annesi, ablası ve ağabeylerine geçiriyor içinden. Çocukların, torunların varlığı bu yalnızlık duygusunu olsa olsa hafifletiyor.



Erkek, annenin çekim etkisinden kendisini yaşamı boyunca kurtaramıyor.  İşçi, yazar,siyasetçi  ya da bilim adamı, hangi mesleği yaparsa yapsın erkek için bu gerçek değişmiyor. Anne çok özel bir denklemle oğlunu yaşamının sonuna kadar belli bir mesafede yörüngede tutabiliyor.
Turgay Gönenç'in annesi Sırrıye Hanım da oğlunu bu yaşamda en iyi tanıyan insandı. Onun ölmeden kısa bir süre önce söylediği bir sözü, benim Turgay Gönenç'i anlamamda da oldukça faydalı oldu. Sırrıye Hanım ağır hastayken  ziyarete gelen oğluna  "Ne güzel Turgay, uymadın, benzemedin bu kalabalığa, aykırı bir insan kaldın, bir de hep çocuktun, gereksiz yere büyümedin" der.
Oldukça dokunaklı bir ifade.  Anne yeri geldiğinde oğlu için söylenebilecek en iyi sözü de söylüyor. Bu sözleri bir kez daha yinelemek istiyorum:"..Uymadın, benzemedin bu kalabalığa, aykırı bir insan kaldın, bir de hep çocuktun, gereksiz yere büyümedin"
Özetle
Babası Ali Rıza Gönenç’in mektupçu olarak görevle gittiği Tokat’ta 10 Mart 1939’da doğdu. Turgay Gönenç yedi aylıkken, babasının ölümü üzerine annesi Sırriye Gönenç beş çocuğu ile birlikte 1939 Ekim’inde tekrar İzmir’e döndü.
Turgay Gönenç ilkokulu İzmir’de Misak-ı Milli İlkokulu’nda (1951), ortaokulu Tilkilik Ortaokulu’nda (1955), liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde (1959), yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nde (1963) tamamladı.
1963 yılında Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü’nde milli gelir gurubunda göreve başladı, 1964’te evlenerek İzmir’deki bölge müdürlüğünde görev aldı, 1968 Kasım’ında istifa etti.
Bundan sonraki yaşamını, özel matematik dersleri vererek (1998 yılına kadar), Ege ve Dokuz Eylül Üniversiteleri'nde (Çağdaş Edebiyat, Edebiyat ve Eleştiri Kuramları, Karşılaştırmalı ve Ulusal Edebiyat, Sanat Tarihi, XX. yy. Sanatı ve Estetiği, Sinema Estetiği ve Yazarlık) ders vererek sürdürdü.
1969 yılında ikiz kızları Zeynep ve Aslı doğdu.
1999 yılında eşinden ayrıldı.
1939 yılından beri İzmir’de yaşayan Turgay Gönenç’in sanat yaşamı, 1955 yılında başlar. 1955 Nisan’ında İzmir Halk Eğitim Merkezi (bugünkü Devlet Tiyatrosu) salonunda açtığı ilk resim sergisi yankı uyandırdı. Aynı yıl (orta 3. sınıf öğrencisi iken) İzmir’de yayımlanan  “Gece Postası” gazetesinde haftalık köşe yazıları görüldü. Şiirleri 1955 yılından başlayarak; “Yelken, Pazar Postası, Seçilmiş Hikayeler, Dost, Türk Dili, Değişim, Dönem, Papirüs, Sanat Olayı, Gösteri, Yusufçuk, Gergedan, Adam Sanat” gibi dergilerde yayımlandı.
Şiirlerinin yanı sıra, İkinci Yeni ile ilgili kuramsal yazıları, deneme, Tarihsiz Günlükler dergilerde sürekli yayımlandı.
“Tarihsiz Günlükler” (Sanat Çevresi Dergisinde) beş yıl sonra, Gösteri’de “Değinmeler” olarak ad değiştirerek sürdü. 1996 Ekim’inden başlayarak, haftalık köşe yazıları Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde yayımlanmaya başladı. Bu yazılar Gönenç’in “Tarihsiz Günlükler, Değinmeler”inin devamı niteliğindedir.
Turgay Gönenç’in 1958 yılında başlayan plastik sanatlarla ilgili yazıları 1978’den bugüne yoğunluk kazandı.  “Artist’98 VIII. İstanbul Sanat Fuarı”nda, Türk Plastik Sanatlarına, eleştirmen olarak yaşam boyu katkılarından dolayı, “Onur Ödülü”ne değer görüldü.
Turgay Gönenç 1958 yılından günümüze TRT radyo ve televizyon programlarında sanat ve insana değin programlar hazırladı. Özellikle 1995 yılında sürekli yayımlanan “Ege’den” TRT 1 programı içinde “Sanat ve İnsan”, Türkiye Radyoları 1. programındaki “Şiir Tadında” konuşmaları ilgiyle karşılandı.

YAPITLARI
Şiir Kitapları: Bozgunda (1962 Kovan Yayınları İzmir), Ben Severek Büyürüm (1973 Dost Yayınları Ankara), Yüzün Senin (1983 Dayanışma Yayınları Ankara), Kuşların Göçerken Çizdikleri (1994 Fe Yayınları Ankara).
Şiir Çeviri Kitapları: Oza (Andrey Voznesenski -Mehmet Doğan ile birlikte- 1.2. baskı Ada Yayınları 1984, 4. baskı Opus 1997), Şiirler (Abdül Vahap El Beyati 1992 İyi Şeyler İstanbul).
Antoloji: İkinci Yeni Antolojisi (Mehmet H. Doğan ile birlikte. 1969 Papirüs İstanbul).
Düzyazılar: Zamanın Sularında (Tarihsiz Günlükler. 1989 Sanat Çevresi Yayınları, genişletilmiş  ikinci baskısı: Boyut yayınları 1999), Beni Irmak Boylarına Götür Anne (Denemeler. 1998 Can Yayınları), Taşın İçinde Gizlenen (Denemeler. 2000 Can Yayınları), Nedim Günsür (Resim. 1993 Ada Yayınları), Burhan Uygur (Resim. Çıkacak).
Araştırma: İzmir İl Yıllığı 1967 (1969 İzmir)
Derleme: Hoşbulduk Selim Dede (Halikarnas Balıkçısı’ndan çocuklara uyarlama, yalınlaştırma)
Çeviri:  Öfke ( John Osborne’dan 1967 Ataç Yayınları), Baile Kıyılarında (W. Butler Yeats’den, Kovan Yayınları 1968)

ÖDÜLLER
1984 Natıroğlu Şiir Ödülü
1998 Artist ‘98 Eleştiri Onur Ödül

2 yorum:

  1. Y Türk Edebiyatı tarihi yeniden yazılıyor yukarıda. Çok teşekkürler Sonay bey.

    YanıtlaSil
  2. Turgay bey , İzmir Atatürk Lisesi'nde 1-N sınıfında matematik öğretmenim olmuştu,yıllar sonra,Alsancaktaki evinde ziyaret etmiştim kendisini. Burada kendisiyle ilgili bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki...Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan değerli Turgay Gönenç hocama da sağlıklı uzun bir yaşam diliyorum...

    YanıtlaSil